ISSN 1308-8483
Kıyıların Yazgısı / Murat Mehmet UĞURLU
  Yayın Tarihi: 13.9.2005    


Kıyıların Yazgısı

        Biz büyüdük, ihtiraslara bürünüp paralar kazandık, kabuk değiştirdik, evlenip çoğaldık ve hayal bile edeceğimiz boyutlarda kirlettik dünyayı
        Çocukluk anılarımızı bile saklayacak yer bırakmadık. Birazcık duyarlı olanlarımızda, şurada şunu, burada bunu yapmıştık diyecek yüz kalmadı. Belleğimizde yer etmemiş olsalardı geçmişimiz, halisinasyonların istilasına uğradık sanacak, aklımızdan şüpheye düşeceğiz.
        Kirletme aşamasını çoktan kat ettik, yok etmeye, tüketmeye yöneldik ışık hızıyla.
        Pırıl pırıl suları ile sabahlardan akşamlara dek oynaştığımız; kah yüzerek, kah savaklar savıp balık tuttuğumuz dereleri, hoyratça, insafsızca büyük bir arsızlık ve umursamazlıkla pisliğe boyayıp, ayak sokulamaz duruma getirdik.
        Önce oto yolları açıldı düğün bayram havasında, dere havzasını izleyen güzergahlarda. Dinamitler patlatıldı, kazmalar, kürekler ve kepçeli araçlarla yarıldı vadilerin bakir bağırları. Doyumsuz hazlara gark oldu gürültüye hasret kulaklarımız. Kuş cıvıltılarında, köpek havlamalarından, rüzgar ıslığı ve dere şarıltılarının doğal seslerinden başkasını tanımayan hücrelerimiz şehevi tatlarla şahlandı.
        Önceleri kamyonlara, asker emeklisi jeeplere doluştuk tıklım tıkış. Stabilize yollarda hoplaya zıplaya kızıl ağaçların gölgeleri, avare avare çağıldayan derelerle yarıştık. Yorulduk çay taşlarına “söykendik”, gölcüklerin serin sularında soluklandık.
        Özel otolar çoğalınca, asfaltlandı, yol çizgileri ve trafik lambaları yer aldı yılan eğrisi uzayıp giden yollarda. Sözüm ona medeniyetle de tanışmış oldu bir zamanların insan ayağı değmemiş, bitek toprakların ulu ağaçlarıyla süslenmiş derin vadiler.
        Deniz kıyısında keten ağartırlardı annem ve köyümüzün kadınları. Hint keneviri işlenir; don gömlek yapılırdı. Şimdilerde, Şile bezi dedikleri olsa gerek. Hint keneviri işlerdik ama esrar nedir bilmezdik. Ne dereler, ne denizler ne de bizler kirlenmemiştik o zamanlar.
        Annemler denize giremezlerdi ve keten üzerinde tepinme keyfi biz çocuklara kalırdı. Keten ağartma mevsimini dört gezle beklerdik. Aslında köylü çocuklardık ve denize yedi bin metre uzaklıktaydık. Yüzmeyi, denizle oynaşmayı, kaynaşmayı bu vesile ile öğrendik. Okul çağına gelen kadar Salı günleri dışında ilçeye inmek ve denizle yüzleşmek pek olası değildi.
        Her dönüşümde memleketime, poşetlerin akınına uğramış, yol üstüne yapılan evlerin lağımlarına kuyu olmuş gördüm derelerimizi. Derelerden denizlere ulaştı bu ayıplar çoğala çoğala. Ne sıcak günlerin erittiği kar sularının hiddeti, ne yağmur mevsimlerinin yıkıp yok eden azgın selleri temizlemeye yetmedi bu insani rezilliği. Sadece, önüne kattıklarının denizlere ulaşımını çabuklaştırdılar.
        Ardı arkası kesilmeden yenilerini, oluk oluk daha devasalarını salıyorduk.
        Belediyeler katı atık dağlarını kıyılara, sulu atık marifetlerini denizlere bağladılar. Köyden gelenle, kentten gelenler birleşince kıyılar ve masmavi denizler lağım çukuru, çamur deryası ve iğrenç kokular menbağına döndüler..
        Kimse bu işin sonu nereye varacak tasasına düşmedi. Herkes birbirini taklit etti kirlenmeden yana. O yaptı, ben de yapsam ne olur, ha bir, ha iki ne fark eder denildi. Yenildi içildi, döküldü saçıldı. Yerden bir çöp alan, akanın önüne set çeken olmadı.
        Muhtarların olan bitene sırtına dönmesi, belediyelerin aymazlığı yetmedi; bir de hükümetler yüklenmez mi kıyılara kıymaya. Kim temizleyecek, nasıl temizlenecek diye aranırken, moloz yığınlarıyla doldurulmadı mı denizler. Kocaman, bitmez tükenmez denen denizler ta uzaklara, ufuklara taşındı. Moloz yığınlarının ardına saklandı.
        Pis idiler, parmak sokulmaz pislikte idiler ama temizlenme, arıtma tesisleriyle eski günlerine döndürülme olasılıkları vardı. “Deniz kıyısında oturduk” sözü de mazide kaldı artık. Torunlarımıza anlatacak öykülerimizi de alıp götürdüler, molozların altına gömdüler. İskele, kumsal, rengarenk çakıl taşları ve kıyıya vuran şıpır şıpır dalgalar hepten yok oldular. Kim bilir, evlere dolan iyot kokuları bile onca yolu kat etmekten yorgun düşüp yarı yolda yığılıverirler belki.
        Büyüdük, işlere girdik, paralar kazandık, evlendik, çocuklarımız hatta torunlarımız oldu. Kocaman adamlar olarak döndük memleketimize. Her şeyimiz oldu fakat denizimizi, derelerimizi yitirdik. Önce kirlettik, sonra kirletemeyecek kadar ıraklara sürgün ettik.
        O da kurtuldu bizden, biz de kurtulduk ondan.
        Zaten geçinmeye, birlikte yaşamaya da niyetimiz yoktu.
        Arsalar aldık ve kentin bağlık, bahçelik yerlerini arsaya çevirdik, eski dubleks evlerini de yıkıp çok katlı apartmanlara çevirdik. Beş bini bulan nüfusunu yirmi bine çıkardık. Ne var ki, derelerimize, denizlerimize sahiplik edemedik.
        Zaten benimsememiştik ki!
        Paramız vardı ya, hem kentte hem de köyde evimiz olmalı diye tutturduk. Ağaçları kökünden sökerek köye de beton bozuntusu ve mimari yoksulu birer hilkat garibesi kondurduk.
        Aşağıdan yukarıdan bastık pisliğin onlarca çeşidini ilkel arklarla derelere, denizlere.Yetmedi, göz yumduk kaçırılmasına ve teslim ettik yolculuklarımızın kısaltılması adına. Keyfimize, hız tutkumuza tutsak olup, maviliğimizin elimizden alınmasına mahkumiyetle ödedik bedelini.
        Şimdi melul melul seyrediyoruz yediğimiz haltın sonuçlarını.
        Yolla, yolculukla başladı zaaflarımız ve adını koyamadığımız bir meçhule doğru gidiyoruz. Önce vadileri deldik, derelere indirdik davullarla zurnalarla ve kemençelerle horonlar teperek. Sonra alıştırdılar bizi yıkıp yok etmeyi düğün bayramla karşılamayı. Düşünmedik bir an; kimin adına, neyin uğruna.
        Kala kala çocukluk anılarımız kaldı belleklerimizde, yaşadığımız dünyada mekanı, mevkii, karşılığı olmayan masalımsılar...
        Çok geç kaldık konuşmak için. Çok yavaş davrandık. Kör olduk, sağır olduk. Dilsiz, yazısız, çizisiz baktık durduk. Biraz da yapılanları hep hayra yorduk. Sonuçta, onlar da insandı, onlar eğitimli ordusundandılar. Onlar da duyarlı, yurtsever, aklı başında ve işin başında olanlardandılar. Ehliyetli, onurlu, bilgili, işinin ehli kişilerdirler.
        İnanmayacaktık, güvenmeyecektik de ne yapacaktık.
        Şimdi geçmiş olsun hepimize. Geleceklere, geleceklerin doğru işler olması için uyanık ve tetikte olmaya bakmak gerek. Olmuşa boşu boşuna esip gürlemek yerine, daha kötüye geçit vermemenin çarelerine bakmak gerek.
        Bugüne kadar yaptıklarımız ve yapamadıklarımızla sınıfta kaldık.
        “Biz bu dünyayı atalarımızdan değil çocuklarımızdan miras aldık “ sözlerinin de hiçbir anlamı kalmıyor bunca olaydan sonra. Bırakalım çocuklarımızdan miras alma lafazanlığını, kendimize bile yetiremedik.


Murat Mehmet UĞURLU



1536











   |   Hakkımızda    |    İletişim    |    Yasal Uyarı    |


    © FocaFoca.com tüm hakları saklıdır.   (03/2005)