ISSN 1308-8483
FOÇA‘NIN SEVİLEN SAĞLIKÇISI, MUHARREM YEŞİLKAYA / Sebahattin Karaca
  Yayın Tarihi: 10.4.2018    


FOÇA‘NIN SEVİLEN SAĞLIKÇISI, MUHARREM YEŞİLKAYA



Ömrünün çoğunu sağlık hizmetlerine adayarak Foça’da yaşamaya devam eden Muharrem Yeşilkaya’nın, bu uğurda hemen hemen girmediği ev, ayak basmadığı sokak, mahalle kalmamıştır. Gece gündüz demeden köylere bile hizmet verirken cansiperane çalışması ile dikkat çekmiştir. Kimi yerde “sağlıkçı”, kimi yerde “sünnetçi”, uzun yıllar da “Belediye Sağlık İşleri Şefi” olarak görev yapmıştır. Görev yaptığı yıllarda Türk Hava Kurumu ve Kızılay için gönüllü çalışanların başında yer almıştır. Emekli olduktan sonra bir yandan kendini adadığı sağlık işlerini devam ettirirken, diğer yandan “Kızılay İlçe Teşkilatı Başkanı” sıfatı ile yılmadan yorulmadan gönüllü olarak çalışmaktadır.

Bu bağlamda Foça halkının gönlünü kazanan ve çok sevilen müstesna insan Muharrem Yeşilkaya ile bir söyleşinin zamanının geldiğini düşünüyordum. Bu çerçevede kendisine yaptığım teklifi kabul ettiği için çok memnun oldum. 1973 yılından beri tanıdığım Muharrem Yeşilkaya, yalnız iyi bir sağlıkçı, iyi bir insan değil, aynı zamanda yarım asra yakın Foça’da yaşanan çok şeye tanıklık etmiş birisidir. Bu sebeple de kendisiyle yapacağım söyleşi kapsamında Foça’nın son 45 – 50 yılına onun gözünden, onun tecrübelerinden bakacağız. Bu manada lafı daha fazla uzatmadan kendisine ilk soruyu sormak istiyorum.



-Muharrem bey nerede, ne zaman, hangi koşullarda doğdunuz? Bize kendinizden, sizi yetiştiren ailenizden ve çocukluk döneminizden bahseder misİniz?

-Kars Ardahan Hanak İlçesi - Damal Nahiyesi Nunus Köyü’nde 1938 yılında dedem merhum annesini düzlükte bulunan mezarlığa yağmurdan ötürü öğlen namazından, ikindi vaktine kadar gömememiş. Nihayet hocanın “gömelim artık” demesi üzerine, dedemin annesini içinde diz boyu su olan mezara gömmüşler. Eve gelince dedem, babaanneme “hanım biz köyden gidelim, bu köyde insana kuru mezar bulmak bile mümkün değil, annemi suyun içine gömdüler. Bu bana çok ağır geldi” der. Bu sözünün üzerinden kısa bir süre geçince atına biner. İçinde tanıdığı birisinin yaşadığı, Ağrı ili Eleşkirt ilçesi Yüce Kapı beldesine gelir. Hemşerisinin yardımı ile ailesini buraya taşımaya karar verir. Köye geri döndükten sonra sekiz yüz koyun ve iki yüze yakın büyükbaş hayvanın yanı sıra, neyi var neyi yok hepsini satan dedem, eşini ve çocuklarını alarak Yüce Kapı’ya yerleşir. Burada çok şey düşündüğü gibi gitmeyince, Eleşkirt’in merkezinde üç taraflı yol olan ve içinde üç tane ev bulunan bir parseli satın alır. Buraya dedem ve oğulları yerleşir, Bununla beraber evi satan kişinin on sekiz tarlası ile birlikte iki adet çayırını da alarak, hayvancılığın yanı sıra ekmeye biçmeye yönelirler. 1941 yılında o vakit hala bekar olan babamı, baldızının kızıyla evlendirir. Bu evlilikten ben dahil, toplam dört çocuk olur .Dedemler o kadar çok çalışırlardı ki, toprak mahsulleri ofisine dört kamyon, buğday ve iki kamyon mısır verirlermiş. 1957 yılında Eleşkirt’te şeker fabrikası açılınca, bizler pancar ekimine başladık. Bakım, gübreleme, yetiştirme iyi yapıldığından şeker oranları yüksek pancar üretiyorduk. Bu sebepten üç yıl üst üste, ailemiz adına amcam Ahmet Yeşilkaya ödül aldı. Bu arada babaannem siroz hastalığına yakalanmıştı. Babaannemin tedavisi için ne gerekiyorsa yapılıyordu, hiçbir şey esirgenmiyordu. Öyle ki, kısa bir sürede amcam hayvanları birer birer satarak babaannemin tedavisi için harcadı. Ben yedi yaşıma geldiğimde ortada mal kalmamıştı, neredeyse hepsi satılmıştı. Bu arada küçük amcam dedemi yanına aldı. Büyük amcam ailesi ile birlikte İzmir Küçük Çiğli’ye yerleşti. Amcamın çocukları burada çok başarılı işler çıkardılar ve hala yapmaya devam etmektedirler.

Nezir’in hastalığı

Ailenin varlıktan yokluğa düşmesinden babam, annem ve çocukları olan bizler de nasibimizi aldık. Nasibimizi öyle aldık ki, 7 yaşımdan itibaren çalışmaya başladım. Yayla köylerinde çobanlık yapıyordum, koyunlarımızı güdüyordum.23 Nisan’dan sonra hiç okula gitmedim daha doğrusu gidemedim, çalışmak zorunda kaldım.12 yaşıma kadar çobanlık yaptım. Ortaokula başlamıştım. Takım elbise gerekiyordu, arı kovanları satılınca sana kıyafet alırız dediler, arılar satıldı, ama bana kıyafet alınmadı. Babam ne çare, kendi bayramlık elbisesini terziye götürerek kestirdi biçtirdi ters düz ettirdi. Bana takım elbise yaptırttı. O zaman ortaokullarda takım elbise giyilirdi. Kravat ve şapka takılırdı. Şapkalar armalı olurdu. Babamın elbisesinden bir takım elbisem olmuştu ama bu sefer şapka yoktu. Ortaokulu bitirmiş bir öğrenciden yedi bucuk liraya şapkasını aldım. Aynı şapkayı 3 sene kullandıktan sonra bende yedi bucuk liraya başkasına sattım. Babam varlık içinden yokluğa düştüğü için çok üzülüyordu, kahroluyordu, ama elinden başka bir şey de gelmiyordu . Evimizde 8 - 10 tavuk vardı. İki günde bir yumurtaları toplar, askeri lojmanların önünde çiftini 55 kuruşa satardı. Kendine tütün alırdı geri kalanını da bana “kalem, defter al” diye verirdi.

Bir gün küçük kardeşim Nezir çok hastalandı. Benimle oynamayı çok severdi, ben nereye gitsem o arkamdan gelirdi, beraber yatar, beraber kalkardık. Hastalığı günden güne ağırlaştı. Doktora gitmesi gerekiyordu. Muayene ve ilaçlar için 5’er lira lazımdı. Konu komşu herkesten 10 lira istendi. Maalesef kimse vermedi. Durumu öğrenen ve tapuda katiplik yapan Mehmet Efendi (emekli olduktan sonra Foça Koca Mehmetler köyüne yerleşti) anneme 10 lira vermiş. Annem beni çağırdı telaşla “koş oğlum koş, doktora haber ver, hemen gelsin” dedi. Hava soğuktu kar kış kıyametti, koşa koşa doktorun bahçe kapısını çalmaya başladım. Kapıya vurdum, vurdum, sesimi bir türlü duyuramıyordum. Soğuktan donmak üzereydim. Karşıdaki kahveye gittim sobanın başına oturdum. Yaşlı bir amca bana ne yaptığımı sorunca ben ona durumu anlatırken, eliyle arkamı işaret etti. “Koş - koş bak doktor arabasına bindi, gidiyor” dedi. Arabayı görünce hızla kahveden dışarıya çıktım. Yaklaşık arabanın arkasından 2 km koştum. Soğuktan elim, yüzüm kıpkırmızı olmuştu. Yorgunluktan dizlerimin üstüne abandım, öylece kaldım. Sesimi bir türlü duyuramıyordum. Araba hızla uzaklaştı, gözden kayboldu. Ağlaya ağlaya, süklüm püklüm, kahır içinde eve döndüm. Durumu anneme anlattım. Annem çok üzüldü. Nezir’in yanaklarını okşadım. Nezir diye seslendim. Nezir gözlerini hafiften açtı. Sanki için için yanıyordu. Elimi tuttu. Gözlerinden iki damla yaş geldi. Ardından gözlerini sonsuza kadar kapattı. Ruhunu teslim etti. Kardeşimin ölümüne bir ağladım, çaresizliğe bir ağladım.

Döndüm, döndüm tekrar ağladım. En sevdiğim kardeşimin ölümünü, içimde öyle bir yer etti ki, bundan böyle tek arzum vardı. Doktor olmak, devlete ait hastanelerde çalışmak, maaşla yetinmek, zengin - fakir ayrımı yapmadan, herkese ama herkese ücretsiz sağlık hizmeti vermek istiyordum. Eleşkirt Ortaokulu’nu 1965/1966 öğretim yılında birincilikle bitirdim. Kahrolası fukaralık düz liseye gitmeme engel oldu. Düz lise demek Ağrı’da okumak demekti. Ağrı’da okumak demek babam için maddi külfet demekti. O bakımdan liseyi ve ardından tıbbiyeyi okumak için imkan el vermiyordu. Dolayısıyla gideceğim okul mutlaka yatılı olmalıydı. Çok sayıda yatılı okulun sınavına girdim, hepsini de kazandım, Nezir’in öldüğü gün kendime verdiğim sözü tutmak için Van Sağlık Koleji’ne yatılı olarak kaydımı yaptırdım. Burada dört sene okudum ve okulu birincilikle bitirdim. Birincilikle bitirdiğim için de, Türkiye’nin neresine istersem, tayinimi oraya yaptırma şansım vardı. Babam uzaklara gitmemi istemedi, “yakınlarda ol, birlikte dayanışma içerisinde olalım” dedi. Babamı kıramadım, Ağrı’ya tayinimi istedim ve Ağrı’nın Tutak - Akyele köyüne tayinim yapıldı. Köyde görev yaparken İl Sağlık Müdürlüğü’nde İl Sağlık teknisyeni kursuna gittim ve Sağlık Eğitim Teknisyeni oldum. Bu dönem içerisinde evlenip yuva kurdum, bir oğlum oldu. Ardından bir oğlum, bir kızım daha olunca benim çekirdek ailem beş kişi oldu. (Ancak eşimi daha sonra, Foça’da görev yaptığım sırada bir trafik kazasında kaybettim.) Birkaç sene Ağrı’da görev yaptıktan sonra askerlik için, önce Samsun’a, ardından Kayseri’ye gittim, askerliğimi sağlıkçı olarak tamamladım. Memleketime döndüm. Bir gün babamla konuşurken kendisine “baba artık buralardan gidelim”, dedim, ”Neden oğlum?” diye sordu. “Baba görmüyor musun? Doğu’da hayat giderek zorlaşıyor. Biz buralardan göçer, batıya doğru gidersek ailemiz için, güzel bir şeyler yapmış oluruz” dedim. Terör olayları yeni başlamıştı. Bu günler o zamandan belliydi. Babamı ikna ettim, Muğla, Manisa, İzmir buraları dolaştıktan sonra ben, Foça olsun diye karar verdim. Babama da Foça olmasının sebeplerini anlattım.

-Foça’yı neden tercih ettiniz?

-İki önemli sebebi vardı.

1. sebep: Dedem Iğdır sınır kapısında Rus tehdidine karşı hazır bulunan alayda askermiş. Bolşevikler birbirlerine girince, anlaşmazlık olmuş ve hudutta tehdidin kalmadığını düşünen Atatürk, alaya mektup yazmış ve demiş ki, “Bulunduğunuz yerde göreviniz bitmiştir. Şimdi ise Ege kıyılarında Yunanlı milisler her tarafı yakıp yıkmakta ve tehlike arz etmektedirler. Şimdi İzmir’e geliniz. Bundan böyle yeni göreviniz Yunanlı milislerle baş etmektir” diye talimat vermiş. Bunun üzerine Alay trenle akşam vakti Menemen’e geldiğinde, içinde dedemin de bulunduğu bölük Menemen’de inmiş, gece boyu yürüyerek Foça’ya gelmişler. Foça’da milislerle etkin bir mücadeleye girmişler. Aynı günün akşamı Yunanlı milisler şimdiki Anfi Cafe’nin bulunduğu yerdeki Hükümet Konağı’na sığınmışlar. Dedemin bölüğü dışarıdan, Yunan milisleri içerden gün boyu çatışma devam etmiş. Karanlık olunca, silahlar susmuş. Ancak köşeye sıkıştıklarını anlayan Yunanlı milisler, gece yarısından sonra kapıları açarak koşar adım denize atlamışlar. Bunu gören bölük, rastgele denize ateş etmiş. Hava aydınlandığında denizden delik deşik çok sayıda şapka bulunmasına karşın ne yaralı, ne ölü, nede sağ hiçbir milis bulamamışlar. Şimdiki fenerin orada bekleyen Yunan botları onları toplamış ve götürmüşler. Dedem ve arkadaşları, böyle böyle milislerle mücadele ederek Çanakkale’ye kadar varmışlar. Dedem bu yaşadıklarını sıkça anlatırdı. Oradan bir aşinalığım vardı.

2. sebep: 1949 yılında Eleşkirt Ortaokulu’nu amiyane tabirle, dişiyle tırnağıyla inşa eden hatta pencerelerin camı olmadığı için öğrencilerinin defterlerinin üzerine kar gelmesin diye evindeki perdeleri getirerek cama asan okul müdürümüz Tahir Altuğ’un 1963 yılında tayini Foça’ya çıkmış. Bunu duyduğumda çok üzülmüştüm. Çünkü okul kütüphanesinden ben sorumluydum. Çok sayıda kitabın yanı sıra 200 adet Arapça kitap vardı. Okul müdürümüz çok iyi bildiği Arapçası ile okur tercüme eder ve bana yazdırırdı. Yani aramızda sevgi ve saygı vardı. Bu sebeple diyebilirim ki, tayin haberine en çok ben üzüldüm. 29 Ekim kutlamalarının ardından okulun bahçesinde yaklaşık 300 öğrenciyi topladı. İlk defa orada “Sevgili öğrencilerim yıllardır size her şeyi öğretmeye ve yol gösterici olmaya çalıştım. Hepinizi ayrı ayrı çok seviyorum, hepinize başarılar diliyorum ama şimdi sıra başka öğrencilere bildiklerimi aktarmaya geldi. O bakımdan İzmir’in Foça İlçesine tayinim çıktı ve oraya gidip bundan böyle Foça Ortaokulu’nda görev yapacağım. Benim hakkım sizlere helal olsun, sizler de hakkınızı bana helal edin” dedi. Hepimiz şoktaydık. Aramızdan bir öğrenci hocam Foça neresi dedi? Halbuki söylemişti. Müdürümüz Tahir Altuğ, “Foça İzmir’in bir ilçesi, deniz kenarında şirin bir yer; tertemiz denizi var, koyları var, yamalı bohça gibi birbirinden güzel adaları var, hatta denizdeki mercan balıkları sanki akvaryumdaymış gibi oynaşıyorlar” deyince aramızdan başka bir öğrenci, “Hocam akvaryum da neymiş?” diye sordu. Müdürümüz akvaryumu bize güzelce anlattı ve bizler de bu vesile ile Foça’ya çok sempati duymuştuk, vedalaştık ve herkes evine dağıldı. Aradan birkaç saat geçti akşam olmuştu. Annem beni tarlaya gönderdi dönüşte bakkala uğrayıp babama sigara alacaktım. Tarlaya giderken okuldan hademenin yüksek sesle bağırarak dışarıya doğru koşturduğunu gördüm. Bir anlam veremedim biraz bekledim. Hademe ile birkaç jandarma koşar adım okula gittiler. Akşam tarladan döndüğümde öğrendim ki evli ve iki çocuklu olan müdürün tayinine kayınpederi şiddetle karşı çıkmış. “Foça’ya gidemezsin, gidersen yalnız gidersin ben kızımı göndermem” diye devam etmiş. Müdür “Baba, benim tayinim çıktı, gitmezsem beni memurluktan ve öğretmenlikten atarlar” demiş. Kararını değiştirmeyen kayınbabası “O zaman sana kız mız, çoluk çocuk yok, defol git” demiş. Bunun üzerine müdürümüz eşiyle konuşmuş ve ona demiş ki “Ben Foça’ya gidiyorum belki uzun yıllar gelemem, çocuklarımıza iyi bak, onları muhakkak okut, onlara sahip çık” ve ardından okula gitmiş. Kayınbabasının sözlerini gururuna yediremeyen Okul müdürümüz Tahir Altuğ, bir karton kutunun üzerine “Ölümümden kimse sorumlu değildir” yazarak intihar etmiş.

Bu iki sebepten dolayı ben, batı olacaksa Foça olsun diye, bir arzu içindeydim. Memlekete dönünce, doğrudan Foça’yı isteme şansım olmadığından İzmir’e tayinimi yaptırdım. Niyetim İzmir’den Foça’ya geçmekti. Kısa sürede İzmir’e tayinim gerçekleşti. İzmir’e geldim. İzmir İl Sağlık Müdürlüğü’ne gittim. 1. Müdür yardımcısına Foça’da çalışmak istediğimi söyledim. Müdür yardımcısı beni Foça’nın dışında farklı ilçelere göndermek istiyordu. Yüzüme yekten “sen ne istediğini bilmiyorsun Muharrem bey Foça, bakan torpillilerinin gittiği yer, ben seni oraya verirsem başıma iş açarım” dedi. Bunun üzerine 2. müdür yardımcısı olan İbrahim bey; “Müdürüm, müdürüm, ver adamı Foça’ya, Ağrı’dan gelmiş çocuklarını Foça’da okutmak istiyor, bir bildiği vardır elbet, neden engel oluyorsun? Başlarım senin bakanına makanına” dedi. Arkadaşını kıramayan 1. Müdür yardımcısı beni geçici olarak Foça’ya verdi. En fazla 4 ay kalabileceğimi söylemesine rağmen, bir daha ne aradılar ne de sordular. Ben de ses çıkarmadım. Dört ayım doldu filan demedim. Sonuç olarak uzun seneler burada kaldım, çalışmaya ve yaşamaya devam ettim. Bugünlere kadar geldim şükür.

-Meslek hayatınızdan ve Foça’da yaşadıklarınızdan biraz bahseder misiniz?

-Kardeşim Nezir’in öldüğü gün kendime vermiş olduğum sözü, daha önce çalıştığım yerlerde de olduğu gibi, Foça’da da sürdürdüm. Zengin fakir ayrımı yapmaksızın, küçük büyük demeksizin, yakın uzak gözetmeksizin, gece gündüz cansiperane biçimde mesai saatleri içinde veya dışında herkesin yardımına koştum. Para için hiç iş yapmadım. Kim ne kadar verdiyse onunla yetindim. Fukaralardan almamaya çalıştım. Vermeyenlerden para istemedim. İçimden helal olsun dedim. Cenab-ı Allah onun karşılığını bana her zaman başka yerden verdi. Herkesin iğnesine, sünnetine koştum, tırnak çekmesinden tutunda acil durumlara kadar çağrıldığım zaman, gecenin yarısı bile olsa, giyinip kuşanıp insanların derdine çare olmaya çalıştım. Yılda ödeme gücü olmayan en az 15- 20 çocuğu sünnet ederdim. Bunu bazen muayenehanede, bazen de çocuğun kendi evinde yapardım. Ücret almıyorum veya az ücret alıyorum diye meslektaşlarımın eleştirilerine maruz kaldım. Ben bu sözlere aldırış etmedim. Para pulun peşinde olmadım. Bu manada babamın sahip olduğu son bir iki parça tarlayı ve evi satarak Foça’da şimdiki oturduğumuz evin arsasını satın aldım. Bir kat ev yaptım. Onun üstüne bir kat daha çıkabilmek için Barış sitesindeki arsamı sattım, üzerine bankadan kredi alarak bir kat daha çıkabildim. 1973 yılından beri Foça’dayım. Altlı üstlü iki dairemiz var, Birisinde kız kardeşim oturuyor, diğerinde de ben. Onun dışında ne bir varlık için, ne de işimi yaparken para için özel bir çaba sarf etmedim.

-Foça’da çalışırken zorlandığınız veya sizi üzen olaylar yaşadınız mı?

-Evet yaşadım. Anap Hükümeti’nin 1. dönemiydi. Tayinim Foça’dan Tokat’a çıkmıştı. Çocuklarım okuyordu, üç çocukla ve alıştığım Foça’dan başka yerlere gitmek kolay olmayacaktı. Dönemin Kaymakamı, Mehmet Ç.’den 15 gün izin istedim. Niyetim Ankara’ya gidip bu işi halletmekti. Bana 3 - 4 günden fazla izin vermiyordu. O da, bu meseleyi halletmek için yeterli bir zaman değildi. Durumdan haberi olan, ayakkabıcı Rüştü Merul, benden habersiz, zamanın Belediye Başkanı Serdar M’e gitmiş. “Muharrem çok faydalı bir insan, herkesin yardımına koşuyor çok sevilen bir kişi ama tayini çıktı, gidecek, ne yap yap, ya onun tayinini durdur, ya da Belediye’ye al” demiş. Ertesi gün Serdar M. beni makamına çağırdı. “Belediyede bir Sağlık Birimi kuracağım ve seni de kadrolu olarak Belediye’ye almak istiyorum. Gelmek istersen hemen çalışmalara başlayacağım” dedi. Ben de bunu sevinçle karşıladım. Beni, belediyede ihtiyacım var diyerek kadrolu olarak belediyeye aldı. Böylece Foça Belediyesi Sağlık Birimi’nde çalışmaya başladım.1989 yılına gelindiğinde, başka partilerden bazı ileri gelenler kendi adaylarını desteklememi istediler. Kendilerine “Serdar beye vefa borcum var, bunu asla yapamayacağım. Vefa bir insanda olması gereken en önemli özelliktir” dedim. Buna rağmen biraz daha ısrar etmeleri üzerine, ben de bu defa kendilerine “Bunu benden lütfen istemeyin. Beni vefasız olmaya zorlamayın ” dedim Onlar da sağ olsunlar anlayışla karşıladılar. Bu konuda bir daha teklif gelmedi. Ama seçimi Serdar M. kaybetti. Nihat D. kazandı. Kendisiyle de başkan olduğu sürece çok uyumlu çalıştık. Onun da başkanlığı döneminde insan, parti, fakir, zengin ayrımı yapmaksızın herkese seve seve yardımcı oldum. Toplam dört belediye başkanı ile altı dönemden fazla, belediyeye ve ilçemiz halkına hizmet verdikten sonra emekli oldum. Şimdi ise gençliğimden beri sevdiğim ve faaliyetleri içinde bulunduğum Kızılay Foça İlçe Başkanlığı’nı yapıyorum.

Bunun yanı sıra dışarıdan talep edilmesi halinde insanların sağlığı için yardıma koşuyorum” diyerek sözlerini tamamladı.

Başta da belirttiğim gibi, Foça’da Muharrem bey gibi insanlar çoğaldıkça, hemşerilik bilinci arttıkça, karşılık beklemeden insanlar birbirleriyle dayanışma ve yardımlaşma içinde oldukça, Foça’da hayat eminim daha güzel olur. .


Eleşkirt Ortaokulu


Van Sağlık Koleji


Van Sağlık Koleji


Van Sağlık Koleji Müdürü ile


Samsun Acemi Birliği


Foça'da ilk gün görevi


Kızılay Foça ilçe yönetiminde ilk yıl


Belediye Sağlık İşleri


Sebahattin Karaca

sebahattinkaraca35@hotmail.com
www.sebahattinkaraca.com

2769










   |   Hakkımızda    |    İletişim    |    Yasal Uyarı    |


    © FocaFoca.com tüm hakları saklıdır.   (03/2005)