Seyfi GÜL
HALA HABER BEKLİYORUM SENDEN
Hala haber bekliyorum senden
Yazık bir şey gelmiyor elden
Şükür çocuklarımız büyüdü
Elleri ekmek tutar oldu
Bu yalnızlık aldı yürüdü
Gitgide sen oldu büyürken
…………..
1900’lü yılların 80’lilerinin baÅŸlarıydı.
İki kişiydik.
İki kişi çıkmıştık yollara.
İstanbul’da henüz ikinci köprü yapılmamıştı. Herkes köprüden bile geçmemiÅŸti daha. Bizzat köprüden geçmiÅŸ bir adamım diye hava atabilirdiniz memleketin her bir yerinde. Kar sarmalardı İstanbul’u. Galata köprüsü eski köprüydü hala. Köprü altından geçerdik. Åžarabı çekmiÅŸ amcamın yaka bağır açık, gökyüzüne ellerini açıp “Şükürler olsun Allah’ım bu ne güzel hava, yandık yandık” dediÄŸi günlerdi. Eminönü kayıkçı iskelesinden, motor beklerdik KasımpaÅŸa’ya geçmek için. Sirkeci, Eminönü çepeçevre otobüs durakları. Otobüs duraklarını ahtapot kolları gibi sarmalamış ve birbirini bastırmak için teyplerinin sesini sonuna kadar açmış seyyar kaset satıcıları ve kasetçi dükkanlarının önlerinden, mahÅŸeri kalabalıkla neredeyse kol kola ilerlerdik varacağımız yere. Sonra yüzümüze tokat gibi vuran soÄŸuk havaya aldırmadan, bata çıka yol alan yolcu motorunun bir an evvel ulaÅŸmasını dileyerek korkuyla sindiÄŸimiz köşeden iskeleye bakardık. Kısacık Haliç geçiÅŸi acelesi olanlar için ÅŸehirlerarası yolculuk gibiydi. Kara göründü diye bağıracak gözlerle bakanlar vardı yaklaÅŸtıkça. Nihayet; ayağının saÄŸlam bir yere basacağını hissedip şükredenler, yetiÅŸeceÄŸi yere zamanında varmanın huzuru yüzünden okunanlar, bir ÅŸeyleri kaçırmanın kızgınlığıyla içinden sövüp saydığı besbelli olanlarıyla iskeleye çıkılırdı. Herkes dört bir yana koÅŸar adım uzaklaşırdı. Biz Deniz Hastanesinin dik; hasta ve hastası olanlar için bir kat daha dik yokuÅŸunu çıkardık.
Çocuktuk. El ele tutuşur yürürdük yolları.
Çocuk bekliyor-muş-duk. Masal gibi.
Haliç kokardı. Hem de ne koku. Eyüp, Balat, Kağıthane tarafları bayıltacak kadar kokulu. Adacıklar vardı suyun yüzünde. Bedrettin DALAN henüz “gözlerim gibi mavi yapacağım” dememiÅŸti buraları. Kollektör-mollektör kavgaları baÅŸlamamıştı. Biz çocuÄŸumuza ilerde nasıl “seni Haliç’ten tuttuk” diyeceÄŸiz diye düşünürdük. “Balık bile yok, çocuÄŸu nerden tutacaksınız Haliç’ten” diye cevap verdiÄŸini duyar gibi olurduk.
Gülerdik.
…………………………..
Koca bir kamyon getirmiÅŸti az biraz eÅŸyalarımızı. Bir sürü eksiÄŸiyle ev kurmuÅŸtuk Karadeniz EreÄŸli’nin sırtlarında. İlk taksitli alışveriÅŸi yapmıştık perdeler için. Sonrası Grundig FM’li radyo, Singer Yoknaz dikiÅŸ makinası, Hoovermatik Çamaşır makinası ve dahası. Silme kar dolardı yağınca balkonumuz. Camlardan göz açardık nefesimizle, limanı gözleyecek kadar. Balıkçılar çıkardı denize soÄŸuk-moÄŸuk demeden. Gözünü sevdiÄŸimin hamsisi herkese yetecek çoklukta atlardı aÄŸlara. Kasa kasa İstanbul yollarına düşmeden, kürekle doldurulurdu torbalara göz hakları. Hele palamutun yaÄŸlandığı zamanlar, duman basardı ÅŸehrin semalarını; her evde sadece balık piÅŸiyor sanırdı kent dışından gelenler. Bu göz hakları, komÅŸu hakları pek çoktu. Çilek zamanı tepsiyle Osmanlı ÇileÄŸi, olunca erik, armut, kestane kapıya kendiliÄŸinden gelirdi. İlaca, hormona bulanmamış sebzeler, meyveler doldururdu pazarı. Pazaryeri; yüzünden kan damlayan kırmızı kırmızı yanaklı kızların, ablaların, teyzelerin, halaların, anaların yeri. Karşı cinsten kimseler yok. Onlar ya Erdemir’in bacalarını tüttürmek için iÅŸ’te, Armutlu’da, Kandilli’de, Zonguldak’ta madende, ya da buralarda tüketemedikleri ciÄŸerlerinin kalan kısmını telef etmek için kahvehanelerde.
Günde birkaç sefer ÜSTÜN ERÇELİK, DOĞAN KÖRFEZ, eh haftada bir de AYDIN TURİZM çalışırdı uzaklara. Son arabayı kaçırmamak vardı hayatımızda. Akşam saat altıda. Yoksa ertesi sabaha kadar terk etmek mümkün değildi oraları.
Zengin parasıyla, fakir karısıyla oynardı. Çocuklar doldururdu sokakları.
DolmuÅŸ çalışırdı çarşıdan Devlet Hastanesine, SSK’ya. Sıra, randevu alınmazdı önceden. Hastaysan gider muayeneni olurdun, az bir beklemeylen. SaÄŸlık karnen varsa ilacını alırdın, katkı payı filan ödemeden. Hem de doktor ne ilaç yazdıysa onu alırdın, muadili muhabbeti olmazdı eczacıyla.
Hastaneye bir yokuştan çıkılırdı burada da. Ama düşüp Kasımpaşa meydanına tekerlenme ihtimalin yoktu. Daha bir düz yokuştu yani.
Çocuğumuz vardı. Biraz büyümüştük. Taksitleri bile düzene koymuştuk. Tıkır tıkır aldığımız maaşı şıkır şıkır yetiriyorduk her şeylere. Hastane bayırındaydık.
Vagonlar taş kömürü boşaltıyordu kömür iskelesine. O kömürü uzaklara götürecek bayrakları başka başka gemiler bekliyordu limanda. Raylar arasında vagonlardan düşmüş kömür parçaları topluyordu birileri.
Bir daha çocuğumuz olacaktı bizim.
………………..
İkiydik, üç olduk, sonra dört. Dolu dolu yaşadık yılları. Her birinden ayrı tatlar alarak. Her birinde dolu dolu hikayeler yaşayarak. Sonra Sezen AKSU namıyla bir Minik Serçe türedi şarkılarıyla. Baktık biz oradayız, dediği yerdeyiz, anlattığı haldeyiz.
Şükür çocuklarımız büyüdü
Elleri ekmek tutar oldu
Bu yalnızlık aldı yürüdü.
……………
Yine iki kiÅŸiyiz.
Seyfi GÜL
"Seyfi GÜL" bütün yazıları için tıklayın...
Hala haber bekliyorum senden
Yazık bir şey gelmiyor elden
Şükür çocuklarımız büyüdü
Elleri ekmek tutar oldu
Bu yalnızlık aldı yürüdü
Gitgide sen oldu büyürken
…………..
1900’lü yılların 80’lilerinin baÅŸlarıydı.
İki kişiydik.
İki kişi çıkmıştık yollara.
İstanbul’da henüz ikinci köprü yapılmamıştı. Herkes köprüden bile geçmemiÅŸti daha. Bizzat köprüden geçmiÅŸ bir adamım diye hava atabilirdiniz memleketin her bir yerinde. Kar sarmalardı İstanbul’u. Galata köprüsü eski köprüydü hala. Köprü altından geçerdik. Åžarabı çekmiÅŸ amcamın yaka bağır açık, gökyüzüne ellerini açıp “Şükürler olsun Allah’ım bu ne güzel hava, yandık yandık” dediÄŸi günlerdi. Eminönü kayıkçı iskelesinden, motor beklerdik KasımpaÅŸa’ya geçmek için. Sirkeci, Eminönü çepeçevre otobüs durakları. Otobüs duraklarını ahtapot kolları gibi sarmalamış ve birbirini bastırmak için teyplerinin sesini sonuna kadar açmış seyyar kaset satıcıları ve kasetçi dükkanlarının önlerinden, mahÅŸeri kalabalıkla neredeyse kol kola ilerlerdik varacağımız yere. Sonra yüzümüze tokat gibi vuran soÄŸuk havaya aldırmadan, bata çıka yol alan yolcu motorunun bir an evvel ulaÅŸmasını dileyerek korkuyla sindiÄŸimiz köşeden iskeleye bakardık. Kısacık Haliç geçiÅŸi acelesi olanlar için ÅŸehirlerarası yolculuk gibiydi. Kara göründü diye bağıracak gözlerle bakanlar vardı yaklaÅŸtıkça. Nihayet; ayağının saÄŸlam bir yere basacağını hissedip şükredenler, yetiÅŸeceÄŸi yere zamanında varmanın huzuru yüzünden okunanlar, bir ÅŸeyleri kaçırmanın kızgınlığıyla içinden sövüp saydığı besbelli olanlarıyla iskeleye çıkılırdı. Herkes dört bir yana koÅŸar adım uzaklaşırdı. Biz Deniz Hastanesinin dik; hasta ve hastası olanlar için bir kat daha dik yokuÅŸunu çıkardık.
Çocuktuk. El ele tutuşur yürürdük yolları.
Çocuk bekliyor-muş-duk. Masal gibi.
Haliç kokardı. Hem de ne koku. Eyüp, Balat, Kağıthane tarafları bayıltacak kadar kokulu. Adacıklar vardı suyun yüzünde. Bedrettin DALAN henüz “gözlerim gibi mavi yapacağım” dememiÅŸti buraları. Kollektör-mollektör kavgaları baÅŸlamamıştı. Biz çocuÄŸumuza ilerde nasıl “seni Haliç’ten tuttuk” diyeceÄŸiz diye düşünürdük. “Balık bile yok, çocuÄŸu nerden tutacaksınız Haliç’ten” diye cevap verdiÄŸini duyar gibi olurduk.
Gülerdik.
…………………………..
Koca bir kamyon getirmiÅŸti az biraz eÅŸyalarımızı. Bir sürü eksiÄŸiyle ev kurmuÅŸtuk Karadeniz EreÄŸli’nin sırtlarında. İlk taksitli alışveriÅŸi yapmıştık perdeler için. Sonrası Grundig FM’li radyo, Singer Yoknaz dikiÅŸ makinası, Hoovermatik Çamaşır makinası ve dahası. Silme kar dolardı yağınca balkonumuz. Camlardan göz açardık nefesimizle, limanı gözleyecek kadar. Balıkçılar çıkardı denize soÄŸuk-moÄŸuk demeden. Gözünü sevdiÄŸimin hamsisi herkese yetecek çoklukta atlardı aÄŸlara. Kasa kasa İstanbul yollarına düşmeden, kürekle doldurulurdu torbalara göz hakları. Hele palamutun yaÄŸlandığı zamanlar, duman basardı ÅŸehrin semalarını; her evde sadece balık piÅŸiyor sanırdı kent dışından gelenler. Bu göz hakları, komÅŸu hakları pek çoktu. Çilek zamanı tepsiyle Osmanlı ÇileÄŸi, olunca erik, armut, kestane kapıya kendiliÄŸinden gelirdi. İlaca, hormona bulanmamış sebzeler, meyveler doldururdu pazarı. Pazaryeri; yüzünden kan damlayan kırmızı kırmızı yanaklı kızların, ablaların, teyzelerin, halaların, anaların yeri. Karşı cinsten kimseler yok. Onlar ya Erdemir’in bacalarını tüttürmek için iÅŸ’te, Armutlu’da, Kandilli’de, Zonguldak’ta madende, ya da buralarda tüketemedikleri ciÄŸerlerinin kalan kısmını telef etmek için kahvehanelerde.
Günde birkaç sefer ÜSTÜN ERÇELİK, DOĞAN KÖRFEZ, eh haftada bir de AYDIN TURİZM çalışırdı uzaklara. Son arabayı kaçırmamak vardı hayatımızda. Akşam saat altıda. Yoksa ertesi sabaha kadar terk etmek mümkün değildi oraları.
Zengin parasıyla, fakir karısıyla oynardı. Çocuklar doldururdu sokakları.
DolmuÅŸ çalışırdı çarşıdan Devlet Hastanesine, SSK’ya. Sıra, randevu alınmazdı önceden. Hastaysan gider muayeneni olurdun, az bir beklemeylen. SaÄŸlık karnen varsa ilacını alırdın, katkı payı filan ödemeden. Hem de doktor ne ilaç yazdıysa onu alırdın, muadili muhabbeti olmazdı eczacıyla.
Hastaneye bir yokuştan çıkılırdı burada da. Ama düşüp Kasımpaşa meydanına tekerlenme ihtimalin yoktu. Daha bir düz yokuştu yani.
Çocuğumuz vardı. Biraz büyümüştük. Taksitleri bile düzene koymuştuk. Tıkır tıkır aldığımız maaşı şıkır şıkır yetiriyorduk her şeylere. Hastane bayırındaydık.
Vagonlar taş kömürü boşaltıyordu kömür iskelesine. O kömürü uzaklara götürecek bayrakları başka başka gemiler bekliyordu limanda. Raylar arasında vagonlardan düşmüş kömür parçaları topluyordu birileri.
Bir daha çocuğumuz olacaktı bizim.
………………..
İkiydik, üç olduk, sonra dört. Dolu dolu yaşadık yılları. Her birinden ayrı tatlar alarak. Her birinde dolu dolu hikayeler yaşayarak. Sonra Sezen AKSU namıyla bir Minik Serçe türedi şarkılarıyla. Baktık biz oradayız, dediği yerdeyiz, anlattığı haldeyiz.
Şükür çocuklarımız büyüdü
Elleri ekmek tutar oldu
Bu yalnızlık aldı yürüdü.
……………
Yine iki kiÅŸiyiz.
Seyfi GÜL
"Seyfi GÜL" bütün yazıları için tıklayın...
