Zerrin SOYSAL
Arzudan tutkuya, tutkudan yüceltmeye: Masumiyet Müzesi ya da Bir Takıntının Romanı
Orhan Pamuk’un müjdesini epeyce önce verdiÄŸi roman nihayet okuruna ulaÅŸtı ve beklendiÄŸi gibi çok satanlar listesinde yerini aldı. Nobel ödülünün ardından gelen ilk kitap olmasının yanı sıra, on dokuzuncu yüzyılın büyük romanlarını andıran boyutları ve hikayesiyle de özel bir roman Masumiyet Müzesi. BeklendiÄŸine deÄŸip deÄŸmediÄŸi konusuysa Türk okurunu ve edebiyat çevrelerini epeyce yoracak gibi.
Romanın omurgasını oluşturan hikâye oldukça basit. Genç bir erkekle, uzaktan akrabası kız arasında cinsel çekimle başlayan ilişkinin beklenmedik bir ayrılık nedeniyle yoğun bir tutkuya dönüşmesi anlatılıyor. Olay örgüsü de son derece yalın, düz bir çizgi üzerinde ilerliyor. Yakınlaşma, kayboluş, bekleyiş, ayrılık olarak kabaca dört bölümde incelenebilecek olan roman, bölümlere ayrılan sayfa sayısı, olayların açılımı, düğüm noktalarının yerleştiriliş biçimiyle büyük gişe başarısına ulaşan filmlerin senaryolarıyla paralellik içinde. Sayfa planlamasında dikkate alınan garantisi kanıtlanmış matematiksel planlama hikayenin içeriği açısından da geçerli. Roman, etkileyici bir aşk hikayesinde bulunması beklenen bütün unsurlara sahip ve sık kullanılan şablonlara yaslanıyor. Kitabın sıradan okurun gönlünü çelmesinde, defalarca sınanmış bu ölçütlerin büyük payı olsa gerek.
BaÅŸlangıçta mutlu bir çift oluÅŸur; evlenemeyeceklerini anlayan kadın kayıplara karışır. Epey sonra birbirlerini bulup mutluluÄŸu yakalamışken araya aşılmaz bir engel girer ve aşıklar ebediyen ayrılır. Umuda yer bırakmayan bu ayrılık hikayeyi akıllara kazıyacak trajik sonu oluÅŸturur. Masumiyet Müzesindeyse baÅŸka bir amaca daha hizmet edip anlatıcının yıllar boyu biriktirdiÄŸi nesneleri sergileyeceÄŸi bir müze kurmasına gerekçe saÄŸlamaktadır. Yıllar sonra ziyaretçilerin kuyruÄŸa girip bekleyerek, heyecanlanıp duygulanarak seyretmesi arzulanan bu eÅŸyalar, sevgililerin bir araya gelebilseler ne yapacaklarını bilemeyecekleri çerçöpten ibarettir aslında. Ölümsüzlüğe ulaÅŸması istenen bütün aÅŸk hikayelerinin kaçınılmaz sonu, bu ıvır zıvıra hak ettiklerinin çok üstünde bir deÄŸer kazandırırken, kavuÅŸmanın ardından doÄŸal bir yıpranmayla tükenecek duyguları da yüceltip, kutsallaÅŸtırır. Kitabın satış baÅŸarısını garantiye alan bu yüceltmeden baÅŸ kahraman Kemal de nasibini alıp bir çeÅŸit çaÄŸdaÅŸ Mecnun mertebesine çıkar. Birçok okuru gözyaÅŸlarına boÄŸan son, romanda sıklıkla sözü edilen, YeÅŸilçam’ın bekaretini korumayı beceremeyen kızlara layık gördüğü cezayla da örtüşür. Orhan Pamuk, hikâyesini bu ÅŸekilde sonlandırarak birkaç kuÅŸ birden vurmuÅŸtur.
Yazar bu romanında da üst kurmaca yöntemini kullanmıştır; ancak hikayeyi gerçek kahramanın aÄŸzından deÄŸil ikinci elden dinlediÄŸimizi metnin sonlarına doÄŸru öğreniriz. Orhan Pamuk’un çok sevdiÄŸi, kullanmaktan vazgeçemediÄŸi baÅŸka unsurlar da yer alır romanda: Kaybolma ve arayış motifleri. Kara Kitap ve Yeni Hayat romanlarından aÅŸina olduÄŸumuz bu arayışa ayrılan sayfalar çok güzel betimlemelerle doludur. Yazar İstanbul’un yoksul semtlerinin sokaklarını anlatmaya kendini öylesine kaptırmıştır ki, romanın bu anlatıya ne kadar gereksinim duyduÄŸuna, hikayenin ve kahramanın gerçeÄŸiyle uyuÅŸup uyuÅŸmadığını çok da önemsememiÅŸ gibidir. Kemal aradığı kiÅŸinin hayatı boyunca adım atmadığı, atma olasılığı da çok küçük olan bu yerlerde kurgu gereÄŸi deÄŸil sırf yazarın gönlünü hoÅŸ etmek için dolaşıyordur sanki. Pamuk bir ara anlatmanın sarhoÅŸluÄŸundan kurtulup kahramanın kızı bulmak için baÅŸka yöntemleri de denediÄŸini birkaç satırla açıklar ama adet yerini bulsun diye yapılmış izlenimini veren bu açıklama inandırıcı olmayı baÅŸaramaz.
Orhan Pamuk’un anlatmayı çok sevdiÄŸini önceki kitaplarından biliyoruz. Bir kere baÅŸlayınca durmak bilmez. İnsanların zaman kazanmaya deÄŸil zaman öldürmeye çalıştığı dönemlerin meddahları gibi anlatır da anlatır. Romanın en uzun bölümü olan ve gerçek zamanda sekiz yıllık bir süreyi kapsayan bekleyiÅŸ bölümü her biri bağımsız da okunabilecek , deneme tadında anlatı parçalarıyla doludur. Olayların geliÅŸimini merak eden çoÄŸu okurun atlayacağından kuÅŸku duymadığım bu bölümlerin özellikle bazıları büyük bir ustalıkla yazılmıştır. Üslup o kadar etkileyicidir ki, aynen arayış bölümünde olduÄŸu gibi hikayeye saÄŸladığı katkı, olay örgüsüyle örtüşüp örtüşmediÄŸi ikinci plana düşer.
Karakterler, kavramlar ve inandırıcılık sorunu:
Aşağıda daha ayrıntılı değineceğim dil yanlışlarının metne yansıyan sonuçları sadece cümlelerin anlamını bozmakla sınırlı kalmaz. Sıfatların özensiz seçimi, zıt anlamlar içeren ifadelerin arka arkaya sıralanması roman kişilerinin kimliklerini belirsizleştirir. Hikaye başından sonuna kadar kesin tarihler ve açık adres verilerek anlatıldığı halde okurun imgeleminde netleşemez bir türlü. Karakterler Kaf Dağının ardında yaşayan Zümrüdü Anka kadar uzak, yabancı ve anlaşılmaz kalır. Bu yabancılaşmada kullanılan dil kadar yazarın hangi okuru hedef aldığı da çok önemlidir. Roman Türkçe yazılmış olmasına karşın dünya ölçeğindeki toplam okur kitlesi içinde çok küçük bir azınlık oluşturan Türklere yönelik bir anlatı olmadığını her satırında hissettirir. Egzotik olma çabası o kadar yoğundur ki ne karakterlerle ne de hikaye edilen olaylarla yakınlık kurabiliriz. Romanda olup bitenler geçmişte Osmanlı başkentine adım atmadan Harem resimleri yapan Avrupalı ressamların tabloları kadar gerçektir.
Romanın temel karakteri Kemal, Amerika’da İş İdaresi okuyup babasının kurduÄŸu pazarlama ÅŸirketinin başına geçmiÅŸtir. NiÅŸantaşı’nda yaÅŸayan benzerleri gibi gezen tozan, çapkınlık yapan, hayatın keyfini çıkaran otuz yaşında bir gençtir. Giyim kuÅŸam konusuna deÄŸme kadınlara taÅŸ çıkartacak düzeyde hakim, karşısındaki kadının ne marka ruj kullandığını bir bakışta anlayacak kadar dikkatlidir. Her fırsatta Türkleri Avrupalılarla kıyaslar. Türk Sanat MüziÄŸini dinlediÄŸi bütün ÅŸarkıların bestekarını bilecek kadar tanır. Tarih bilgisiyse oldukça ilginçtir. Osmanlı Tarihine o dönemden kalma binaların geçmiÅŸini açıklayacak kadar hakimken Cumhuriyet dönemi bilgileri kulaktan dolmadır.
YaÅŸama karşı duruÅŸu belirsizdir. İş disiplini, kadınlara yaklaşımı, ailesine bakış açısı, deÄŸerleri…Verilen bilgiler o kadar çeliÅŸkilidir ki onları birleÅŸtirerek bir kiÅŸilik oluÅŸturamayız, ya da gözümüzde canlanan karakterle Kemal’in davranışları uyuÅŸmaz, ters düşer.
Romanda ben anlatısı kullanıldığı, diÄŸer karakterleri Kemal’in gözüyle tanıdığımız için onları anlamamız iyice zorlaÅŸmıştır. İliÅŸkinin kadın kahramanı Füsun, Kemal’in gözünde ‘güzel, masum bir yavrucaktır’ örneÄŸin ama yine Kemal’den öğrendiÄŸimiz davranışları deÄŸerlendirildiÄŸinde farklı bir kimlik çıkar karşımıza. Romanın temel izleÄŸi olabilecek kadar önemsenmiÅŸ, sayfalar boyunca anlatılarak o yıllarda son derece önemli olduÄŸu kafamıza kazınmış bekaret gerçeÄŸine karşın baÅŸka bir kadını sevdiÄŸini çok iyi bildiÄŸi Kemal’le seviÅŸir. Füsun’un, arzusunu hissettiren ama çok da ısrarcı olmayan Kemal’le ikinci buluÅŸmada seviÅŸmesine gerekçe oluÅŸturacak tek cümle yoktur romanda. BaÅŸlangıçta yinelenip, vurgulanarak anlatılan Hazreti İbrahim’in oÄŸlunu kurban etme hikayesi Füsun’un bekaretini Kemal’e teslim etmesi için çok uygun bir metafor olabilecekken olmamış, yazar bu miti tekrar tekrar anlatmasına karşın kullanmamıştır. Füsun Kemal’le bir kurban teslimiyetiyle deÄŸil bekaretini kurtulması gereken bir yük gibi görerek seviÅŸir. Bu davranışını anlamlı kılacak bir sevgi de duymamaktadır üstelik genç adama.Anlık bir arzuyla yakınlaşır, ardından her gün buluÅŸup seviÅŸmeye baÅŸlarlar. İliÅŸkileri epey ilerledikten sonra “ Ben sana âşık oldum,” diyerek bundan sonrasının ne olacağını sorar. Kemal’in niÅŸanlısını bırakmayacağını anlayınca da hemen baÅŸka biriyle evleniverir. Bir kurbanın tavrı deÄŸildir bütün bu olup bitenler, aÅŸk hiç deÄŸildir.
Füsun karakterindeki tutarsızlık bu kadarla kalmaz. Kemal’in Çukurcuma’daki eve gelmeye baÅŸlamasından sonra sergilediÄŸi tavır da karmaşıktır. Kocasını seviyor ve mutlu gibidir ama Kemal’e de ilgi gösterir. Asıl hayali oyuncu olmak gibi görünürken o konuda da ısrarcı olmaz, çabalamaz. Hatta hayalini gerçekleÅŸtirmek için her iki erkeÄŸi de kullanıyormuÅŸ gibi görünür bazen ama bu istek bile net deÄŸildir.
Füsun ve annesinin romanda gerçekçi bir biçimde sunulamamasında yazarın kadın ruhunu yeterince tanımaması, onlara tarafsız bir gözle bakamaması da bir etken olabilir. Annesi, Sibel ya da Belkıs gibi hikayede tek boyutlu kimlikleriyle yer alan kadınları anlatırken çok baÅŸarılıdır örneÄŸin; ancak onları derinlemesine irdelemeye kalkıştığında erkek bakış açısı devreye girer. Füsun, roman boyunca karşılık bulamayan aÅŸkının intikamını almaya çalışan birinden , film yıldızı olmak için her ÅŸeyi yapabilecek hırslı kadına uzanan geniÅŸ bir yelpazenin iki ucunda gider gelir. Onunla ilgili elimizdeki en net bilgi çok güzel olduÄŸudur ki bu da bir karakteri canlı kılmak için yetersiz bir veridir. Füsun’un en çok vurgulanan özelliÄŸinin görünüşü olması feminist bakış açısından çok anlamlı bir göstergedir elbette ama bu yazının konusunu oluÅŸturmaz.
Füsun ve Kemal karakterlerindeki bu belirsizlikler hikaye edilmeye çalışılan aÅŸkın inandırıcılığına büyük darbe vurur. Kemal’in tutkusunun iki yanı da yakıp kavuran bir ateÅŸ mi , yoksa tek taraflı mı olduÄŸunu anlayamayız bir türlü. Belki ortada bir tutku falan da yoktur da Kemal içinde gizlenen bir meczubun peÅŸinde dolanmakta, boÅŸ yaÅŸamına bir anlam aramaktadır. Bazı bölümlerde acı çekmekten zevk alan, kendisine eziyet etmekten hoÅŸlanan ve acısına gerekçe olarak da uzak akraba kızına duyduÄŸu tutkuyu kullanan garip bir kiÅŸilik sergiler. Hedefi belirsizleÅŸir. Acı kelimelerdedir, romanın atmosferine yansımaz. Tıpkı aÅŸk gibi… “AÅŸk” da kelime olarak satırlarda defalarca yerini aldığı halde romanın hiçbir yerinde varlığını hissettirmez. Aksine romanın sayfalarında nefes alıp veren tek duygu, alttan alta yürüyen izlek sevgisizliktir. Duygular sahtedir, herkes “mış gibi” yapar. NiÅŸantaşı çevresinde baÅŸarıyla sergilenen “mış gibi” yapma oyunu yüzünden bunalan Kemal kendini Çukurcuma’ya biraz da bu yüzden atmış gibidir ama orada da durum deÄŸiÅŸmez. Peyami Safa’nın Fatih- Harbiye romanını andıran bir biçimde iki farklı yaÅŸam tarzı arasında kıyaslama yapılır sürekli; ancak iki yaÅŸam biçimi de birbirinden sahte, birbirinden riyakardır. Kemal’in kutsal bir yere girer gibi ayak bastığı Füsun’un evinde ayrı bir tiyatro sergilenmektedir. Evdeki herkes bildiÄŸi ÅŸeyleri bilmezden gelir, gördüklerini görmemiÅŸ gibi yapar. Burada en anlaşılmaz, dönemin ahlak normlarına hiç uymayan rol İç güveysi Feridun’a düşmüştür. Yıllarca karısının eski sevgilisiyle karşılıklı yemek yer, gezer tozar, yaÅŸamını paylaşır. Kıskanmak, Kemal’in evdeki varlığını sorgulamak aklına gelmez. Mezhebi geniÅŸ biri olduÄŸunu ya da para beklentisiyle sustuÄŸunu düşünebiliriz ama deÄŸildir. Yıllarca peÅŸinden dolaşıp zorlukla elde ettiÄŸi söylenen karısını kıskanmayan adam gelgeç bir iliÅŸki yaÅŸadığı Papatya’nın Kemal’le sohbet etmesinden rahatsız olur.
“-Mış gibi” yapma, bekaretin kadın erkek iliÅŸkilerine damgasını vurması gibi kavramların yanı sıra romanda sık sık karşımıza çıkan bir baÅŸka izlek daha vardır: Türk- Avrupa, DoÄŸu- Batı karşıtlığı. Anlatıcı roman boyunca Türkleri birbirinin kopyası bireylerden oluÅŸan homojen bir insan topluluÄŸu olarak gösterir. Her Türk erkeÄŸi sigarasının külünü camdan aÅŸağı silker örneÄŸin. Biyoloji terimleriyle konuÅŸursak, İnsan familyası Avrupalı ve Türk olarak iki türe ayrılmıştır da müzenin rehberi ziyaretçilere Türk türünün belirleyici özelliklerini açıklıyordur sanki. Bu karşılaÅŸtırma Amerikan yaÅŸam biçimiyle yapılsa, kahraman orada epeyce kaldığı için bir karakter özelliÄŸi olarak doÄŸal karşılanabilirdi. Ancak kitapta hikâyeyi kesintiye uÄŸratacak kadar sıklıkla karşımıza çıkan bu karşılaÅŸtırmaların Kemal’in kiÅŸiliÄŸiyle doÄŸrudan bir baÄŸlantısı yoktur. Batılı okurun gönlünü hoÅŸ etmek için yazılmış gibi görünen bu saptamalar esas metne yer yer yama gibi eÄŸreti bir biçimde eklenmiÅŸtir.
Anlatım dili açısından roman:
Orhan Pamuk Türkçeyi kullanma becerisiyle tanınan bir yazarımız değil. Bu romanı da okurun dikkatini dağıtan, okuma zevkini kesintiye uğratan, anlam kaymalarına neden olan Türkçe hataları içeriyor
Daha ilk satırda karşımıza çıkan “bilseydim, bu mutluluÄŸu koruyabilir, her ÅŸey de bambaÅŸka geliÅŸebilir miydi?” benzeri öznesi yüklemi kaymış, anlamı bulanıklaÅŸmış cümlelerle roman boyunca, sık sık karşılaşırız. Bazı cümlelerde yine dil özensizliÄŸi nedeniyle yazarın niyeti ile metnin anlamı çatışıp okurun çeliÅŸkiye düşmesine yol açar. ÖrneÄŸin, “annem bayramlarda kristal bardaklar ve gümüş tepside nane ve çilek likörü sunma adetini yasaklamıştı” cümlesinde Kemal likör içilmesinin yasaklandığını anlatmak istemekte ama cümle yanlış kurulduÄŸu için likörün kristal bardak ve gümüş tepsiyle servis edilmesinin yasaklandığı, baÅŸka bir biçimde sunulursa içilebileceÄŸi sonucu çıkmaktadır. (Sayfa 44)
BaÅŸka bir cümlede “eve dönüş yolunda hâlâ yanmamış eski paÅŸa konaklarının bahçelerinden”(Sayfa 87) söz edildiÄŸinde konaklar yanması arzulanan nesnelere dönüşür. Oradaki “hâlâ” yerine “her nasılsa yanmamış” kelimeleri kullanılsa Kemal konakların yanmasından zevk alan bir “piroman” olmaktan kurtulacaktır. Yazarın kendi yarattığı kahramana yaptığı azizlik bu kadarla kalmaz. Bir yandan, aşık olduÄŸu kadına sarkıntılık ettiÄŸi için birlikte iÅŸ yaptıkları Turgay Beye büyük bir iÅŸ anlaÅŸmasını feshedecek kadar öfke duyurur, öte yandan da “aklı iÅŸinde olan bu çalışkan ve dürüst adam” diye söz ettirir.(Sayfa 190) Kemal gerçekte Turgay hakkında ne düşünmektedir? SevdiÄŸi kadına cinsel tacizde bulunan adamdan “dürüst” diye söz eden birinin deÄŸer yargılarıyla ilgili okur nasıl bir yorum yapmalıdır ? Zavallı Kemal, çileli okur!
53.Sayfadaki “diÄŸer tek deÄŸiÅŸiklik” ibaresinin sadece yazarın deÄŸil düzeltmenlerin de gözünden kaçmış bir yanlışlık olduÄŸu kanısındayım.
Kapıcının karısı ve evin hizmetçileri Hilton’daki niÅŸana “şık” kıyafetlerle gelirler. Hanımlarının hediye getirdiÄŸi başörtüleri baÄŸlayıp en temiz pak kıyafetlerini giymiÅŸ o insanların bütün İstanbul sosyetesinin katıldığı bir partide “şık” olarak nitelendirilemeyecekleri aÅŸikardır oysa.
“Kemal’in gözünden yaÅŸlar tek tek, ağır ağır fışkırır.”(sayfa 183) Fışkırmak ve ağır ağır kelimeleri zıt anlamlar içerdiklerinden Kemal’in nasıl aÄŸladığını bir türlü anlayamayız.
Bir yazarın dille oynaması, yeni kavramlar üretmesi iÅŸinin doÄŸası gereÄŸidir ve dilin zenginleÅŸmesi açısından bir bakıma görevidir de. Ancak kitapta geçen “Kadife kıvamı”(sayfa 38), “kurÅŸun kalemin akıllı ucu”(sayfa 58), “ezilmiÅŸ mutfak fayansı”(sayfa 206)gibi ilginç tamlamalar bu amaca hizmet etmediÄŸi gibi kafa karışıklığına da neden olmaktadır. (sayfa 121) Beni, bana, ben, bende, o, onu, onda, ona kelimeleri bıktıracak kadar çok yinelenmiÅŸtir. Ve tekrarlar…Bazı tanımlamalar, duygular o kadar çok tekrarlanmıştır ki , yapmak istedikleri vurgu bir yana, anlamlarını yitirip hiçbir ÅŸey ifade etmez hale gelirler. ÖrneÄŸin Kemal’le Füsun’un ilk seviÅŸmelerinin anlatıldığı bölümde Kemal “sonuna kadar gidebilecekleri” hissine dört ayrı defa kapılır. Bu duygu defalarca tekrarlanacak kadar önemli olabilir ancak her seferinde aynı kalıbın kullanılması sıkıntı verici bir hal alır.
Rahatsızlık veren bir baÅŸka vurgu da tarihlerle ilgilidir. Anlatıcının Müze gezerlere bilgi aktardığı bölümlerde net tarihler vererek konuÅŸması doÄŸaldır; Kemal’in tutkulu bir biçimde Füsun’un eÅŸyalarını biriktirirken her anı günü gününe hatırlaması da takıntının boyutlarını sergilemek açısından gereklidir. Ancak yazar, bakın ben çok ince hesaplar yaparak yazdım, eserimde en ufak bir tarih kayması yakalayamazsınız, dercesine neredeyse bütün kahramanlarını kesin tarihler verdirerek konuÅŸturur. Metnin gereksinimi olmadığı yerlerde de sürekli belirtilen bu rakamlar diyalogların doÄŸallığını bozmanın yanı sıra anlatının dilini de yer yer tarih kitabı kuruluÄŸuna indirger. Kemal’in ikide birde yaÅŸ farklarından söz etmesi, kimin hangi tarihte hangi okula gittiÄŸini vurgulayarak belirtmesi bir inandırıcılık telaşı izlenimi yaratmaktadır. Kitabı eline alarak ikna edilmeye hazır olduÄŸunu bütün iyi niyetiyle ortaya seren okuru bu kadar zorlamaya neden gerek duymaktadır yazar? Metninin inandırıcılığından kuÅŸkusu mu vardır?
Ya o markalar? 586 sayfanın tamamına serpiÅŸtirilmiÅŸ onlarca marka…Kahramanın çocukluÄŸundan beri Åžoför Çetin Efendinin kullandığı aile arabasının 56 model bir Chevrolet olduÄŸu o kadar çok tekrarlanmıştır ki otomobil romandaki bütün kahramanlardan rol çalıp baÅŸ köşeye kurulmuÅŸtur neredeyse. 56 Model Chevrolet o yıllarda bir zenginlik göstergesidir ve bu anlamda belirtilmesi doÄŸaldır ancak neden defalarca? Neden otomobile hemen her biniÅŸte vurgulanarak?
Marka belirtme arabayla sınırlı deÄŸildir. Bazı bölümlerde her sayfada bir markayla karşılaşırız. Giyim, koku, su, makyaj malzemeleri, dondurma, maÄŸaza, ÅŸirket… Akla hayale gelebilecek her türlü eÅŸyanın markası bildirilir. Yazar bu markalardan söz etme iÅŸine kendisini o kadar kaptırmıştır ki şöyle cümleler çıkar ortaya: “On yıl sonra kendisinden ölçüsüz bir rüşvet isteyen gümrük bakanına, üzerinde bir Antep manzarası olan koskocaman bir baklava kutusu içinde deste deste dolar ikram eden ve aralarındaki samimi konuÅŸmayı, koltuk altına Gazo Marka sargı beziyle tutturduÄŸu ses kayıt aracına kaydedip kamuoyuna açıklayarak , gazetelere “bakan düşüren tüccar” sıfatıyla geçen babamın ithalatçı arkadaşı, beyaz smokini, altın kol düğmeleri, manikürlü tırnakları ve sıktığı elimden hiç çıkmayan parfüm kokusu ile hemen hatıralarıma karıştı.”(sayfa 144) Ses kayıt cihazının Gazo Marka sargı beziyle tutturulmuÅŸ olması en önemli unsur gibi cümlenin göbeÄŸine yerleÅŸince asıl anlatılmak istenen konu ister istemez gölgelenir, önemini yitirir.
Bitki isimleri konusunda ise markalara gösterilen dikkatin aksine bir özensizlik vardır. Sayfa 118 de “TavÅŸan kulağı saksısının geniÅŸ yaprakları arasında saklanmaktan” söz eder Kemal örneÄŸin ama adı geçen bitki en fazla on beÅŸ- yirmi santim yüksekliÄŸinde, yaprakları avuç içi kadar minik bir süs bitkisidir. Sayfa 458 de geçen “deve kulağı” da kırlarda yetiÅŸen, salonlarda yeri olmayan bir ottur. Sanırım burada yazarın sözünü etmek istediÄŸi o yıllarda tıpkı kauçuk gibi şık mekanlarda yetiÅŸtirilmesi çok moda olan deve tabanı bitkisidir.
Dil kullanımındaki özensizlik diyaloglara da yansımıştır. Romandaki bütün karakterler aynı biçimde konuÅŸurlar. KiÅŸilikleri, eÄŸitim durumları, sosyal konumları dillerine yansımaz. Yazar bize Füsun’un on sekiz yaşında olduÄŸunu söylemiÅŸtir örneÄŸin ama kız o kadar bilgiç sözler sarf eder ki gözümüzde ister istemez feleÄŸin çemberinden geçmiÅŸ bir kadın canlanır. KucaÄŸa alınacak yaÅŸtaki komÅŸu çocuÄŸu yaÅŸlı adam cümleleriyle konuÅŸur .Hele Åžoför Çetin Efendi’nin bir Hazreti İbrahim hikayesi anlatması vardır ki bir üst cümlede adı geçmese kolaylıkla bir din alimi vaaz veriyor sanılabilir.
Özetle, birbirinden bağımsız çok güzel bölümler içeren Masumiyet Müzesi sık kullanılmış bir hikayeyi farklılaştırarak büyük bir roman olma, edebiyat tarihine eşyalarda yaşattığı tutkuyla geçecek ölümsüz bir kahraman kazandırma şansını kaçırmış görünmektedir. Belki de Yazarın asıl amacı, müzesi de olan başarılı bir roman yazmak değil, kurmayı planladığı müzenin eşyalarının değerini arttıracak bir hikaye oluşturmak, biriktirdiği gündelik eşyaları bir efsanenin parçası kılmaktır. Gerçek amaç bu bile olsa edebiyatımızın önemli bir yazarından beklenen daha iyisidir.
Basit bir benzetmeyle edebiyat insana kendisine farklı açılardan bakabilmesine olanak veren bir ayna tutmaksa Masumiyet Müzesi’nin okura sunduÄŸu bir lunapark aynasıdır. Parlak yansımalarla dolu ancak gösterdiÄŸi nesneyi bulanıklaÅŸtıran, onu eciÅŸ bücüş, ne idüğü belirsiz bir ÅŸekle sokan bir ayna.
15 Aralık 08
Zerrin SOYSAL
"Zerrin SOYSAL" bütün yazıları için tıklayın...
Orhan Pamuk’un müjdesini epeyce önce verdiÄŸi roman nihayet okuruna ulaÅŸtı ve beklendiÄŸi gibi çok satanlar listesinde yerini aldı. Nobel ödülünün ardından gelen ilk kitap olmasının yanı sıra, on dokuzuncu yüzyılın büyük romanlarını andıran boyutları ve hikayesiyle de özel bir roman Masumiyet Müzesi. BeklendiÄŸine deÄŸip deÄŸmediÄŸi konusuysa Türk okurunu ve edebiyat çevrelerini epeyce yoracak gibi.
Romanın omurgasını oluşturan hikâye oldukça basit. Genç bir erkekle, uzaktan akrabası kız arasında cinsel çekimle başlayan ilişkinin beklenmedik bir ayrılık nedeniyle yoğun bir tutkuya dönüşmesi anlatılıyor. Olay örgüsü de son derece yalın, düz bir çizgi üzerinde ilerliyor. Yakınlaşma, kayboluş, bekleyiş, ayrılık olarak kabaca dört bölümde incelenebilecek olan roman, bölümlere ayrılan sayfa sayısı, olayların açılımı, düğüm noktalarının yerleştiriliş biçimiyle büyük gişe başarısına ulaşan filmlerin senaryolarıyla paralellik içinde. Sayfa planlamasında dikkate alınan garantisi kanıtlanmış matematiksel planlama hikayenin içeriği açısından da geçerli. Roman, etkileyici bir aşk hikayesinde bulunması beklenen bütün unsurlara sahip ve sık kullanılan şablonlara yaslanıyor. Kitabın sıradan okurun gönlünü çelmesinde, defalarca sınanmış bu ölçütlerin büyük payı olsa gerek.
BaÅŸlangıçta mutlu bir çift oluÅŸur; evlenemeyeceklerini anlayan kadın kayıplara karışır. Epey sonra birbirlerini bulup mutluluÄŸu yakalamışken araya aşılmaz bir engel girer ve aşıklar ebediyen ayrılır. Umuda yer bırakmayan bu ayrılık hikayeyi akıllara kazıyacak trajik sonu oluÅŸturur. Masumiyet Müzesindeyse baÅŸka bir amaca daha hizmet edip anlatıcının yıllar boyu biriktirdiÄŸi nesneleri sergileyeceÄŸi bir müze kurmasına gerekçe saÄŸlamaktadır. Yıllar sonra ziyaretçilerin kuyruÄŸa girip bekleyerek, heyecanlanıp duygulanarak seyretmesi arzulanan bu eÅŸyalar, sevgililerin bir araya gelebilseler ne yapacaklarını bilemeyecekleri çerçöpten ibarettir aslında. Ölümsüzlüğe ulaÅŸması istenen bütün aÅŸk hikayelerinin kaçınılmaz sonu, bu ıvır zıvıra hak ettiklerinin çok üstünde bir deÄŸer kazandırırken, kavuÅŸmanın ardından doÄŸal bir yıpranmayla tükenecek duyguları da yüceltip, kutsallaÅŸtırır. Kitabın satış baÅŸarısını garantiye alan bu yüceltmeden baÅŸ kahraman Kemal de nasibini alıp bir çeÅŸit çaÄŸdaÅŸ Mecnun mertebesine çıkar. Birçok okuru gözyaÅŸlarına boÄŸan son, romanda sıklıkla sözü edilen, YeÅŸilçam’ın bekaretini korumayı beceremeyen kızlara layık gördüğü cezayla da örtüşür. Orhan Pamuk, hikâyesini bu ÅŸekilde sonlandırarak birkaç kuÅŸ birden vurmuÅŸtur.
Yazar bu romanında da üst kurmaca yöntemini kullanmıştır; ancak hikayeyi gerçek kahramanın aÄŸzından deÄŸil ikinci elden dinlediÄŸimizi metnin sonlarına doÄŸru öğreniriz. Orhan Pamuk’un çok sevdiÄŸi, kullanmaktan vazgeçemediÄŸi baÅŸka unsurlar da yer alır romanda: Kaybolma ve arayış motifleri. Kara Kitap ve Yeni Hayat romanlarından aÅŸina olduÄŸumuz bu arayışa ayrılan sayfalar çok güzel betimlemelerle doludur. Yazar İstanbul’un yoksul semtlerinin sokaklarını anlatmaya kendini öylesine kaptırmıştır ki, romanın bu anlatıya ne kadar gereksinim duyduÄŸuna, hikayenin ve kahramanın gerçeÄŸiyle uyuÅŸup uyuÅŸmadığını çok da önemsememiÅŸ gibidir. Kemal aradığı kiÅŸinin hayatı boyunca adım atmadığı, atma olasılığı da çok küçük olan bu yerlerde kurgu gereÄŸi deÄŸil sırf yazarın gönlünü hoÅŸ etmek için dolaşıyordur sanki. Pamuk bir ara anlatmanın sarhoÅŸluÄŸundan kurtulup kahramanın kızı bulmak için baÅŸka yöntemleri de denediÄŸini birkaç satırla açıklar ama adet yerini bulsun diye yapılmış izlenimini veren bu açıklama inandırıcı olmayı baÅŸaramaz.
Orhan Pamuk’un anlatmayı çok sevdiÄŸini önceki kitaplarından biliyoruz. Bir kere baÅŸlayınca durmak bilmez. İnsanların zaman kazanmaya deÄŸil zaman öldürmeye çalıştığı dönemlerin meddahları gibi anlatır da anlatır. Romanın en uzun bölümü olan ve gerçek zamanda sekiz yıllık bir süreyi kapsayan bekleyiÅŸ bölümü her biri bağımsız da okunabilecek , deneme tadında anlatı parçalarıyla doludur. Olayların geliÅŸimini merak eden çoÄŸu okurun atlayacağından kuÅŸku duymadığım bu bölümlerin özellikle bazıları büyük bir ustalıkla yazılmıştır. Üslup o kadar etkileyicidir ki, aynen arayış bölümünde olduÄŸu gibi hikayeye saÄŸladığı katkı, olay örgüsüyle örtüşüp örtüşmediÄŸi ikinci plana düşer.
Karakterler, kavramlar ve inandırıcılık sorunu:
Aşağıda daha ayrıntılı değineceğim dil yanlışlarının metne yansıyan sonuçları sadece cümlelerin anlamını bozmakla sınırlı kalmaz. Sıfatların özensiz seçimi, zıt anlamlar içeren ifadelerin arka arkaya sıralanması roman kişilerinin kimliklerini belirsizleştirir. Hikaye başından sonuna kadar kesin tarihler ve açık adres verilerek anlatıldığı halde okurun imgeleminde netleşemez bir türlü. Karakterler Kaf Dağının ardında yaşayan Zümrüdü Anka kadar uzak, yabancı ve anlaşılmaz kalır. Bu yabancılaşmada kullanılan dil kadar yazarın hangi okuru hedef aldığı da çok önemlidir. Roman Türkçe yazılmış olmasına karşın dünya ölçeğindeki toplam okur kitlesi içinde çok küçük bir azınlık oluşturan Türklere yönelik bir anlatı olmadığını her satırında hissettirir. Egzotik olma çabası o kadar yoğundur ki ne karakterlerle ne de hikaye edilen olaylarla yakınlık kurabiliriz. Romanda olup bitenler geçmişte Osmanlı başkentine adım atmadan Harem resimleri yapan Avrupalı ressamların tabloları kadar gerçektir.
Romanın temel karakteri Kemal, Amerika’da İş İdaresi okuyup babasının kurduÄŸu pazarlama ÅŸirketinin başına geçmiÅŸtir. NiÅŸantaşı’nda yaÅŸayan benzerleri gibi gezen tozan, çapkınlık yapan, hayatın keyfini çıkaran otuz yaşında bir gençtir. Giyim kuÅŸam konusuna deÄŸme kadınlara taÅŸ çıkartacak düzeyde hakim, karşısındaki kadının ne marka ruj kullandığını bir bakışta anlayacak kadar dikkatlidir. Her fırsatta Türkleri Avrupalılarla kıyaslar. Türk Sanat MüziÄŸini dinlediÄŸi bütün ÅŸarkıların bestekarını bilecek kadar tanır. Tarih bilgisiyse oldukça ilginçtir. Osmanlı Tarihine o dönemden kalma binaların geçmiÅŸini açıklayacak kadar hakimken Cumhuriyet dönemi bilgileri kulaktan dolmadır.
YaÅŸama karşı duruÅŸu belirsizdir. İş disiplini, kadınlara yaklaşımı, ailesine bakış açısı, deÄŸerleri…Verilen bilgiler o kadar çeliÅŸkilidir ki onları birleÅŸtirerek bir kiÅŸilik oluÅŸturamayız, ya da gözümüzde canlanan karakterle Kemal’in davranışları uyuÅŸmaz, ters düşer.
Romanda ben anlatısı kullanıldığı, diÄŸer karakterleri Kemal’in gözüyle tanıdığımız için onları anlamamız iyice zorlaÅŸmıştır. İliÅŸkinin kadın kahramanı Füsun, Kemal’in gözünde ‘güzel, masum bir yavrucaktır’ örneÄŸin ama yine Kemal’den öğrendiÄŸimiz davranışları deÄŸerlendirildiÄŸinde farklı bir kimlik çıkar karşımıza. Romanın temel izleÄŸi olabilecek kadar önemsenmiÅŸ, sayfalar boyunca anlatılarak o yıllarda son derece önemli olduÄŸu kafamıza kazınmış bekaret gerçeÄŸine karşın baÅŸka bir kadını sevdiÄŸini çok iyi bildiÄŸi Kemal’le seviÅŸir. Füsun’un, arzusunu hissettiren ama çok da ısrarcı olmayan Kemal’le ikinci buluÅŸmada seviÅŸmesine gerekçe oluÅŸturacak tek cümle yoktur romanda. BaÅŸlangıçta yinelenip, vurgulanarak anlatılan Hazreti İbrahim’in oÄŸlunu kurban etme hikayesi Füsun’un bekaretini Kemal’e teslim etmesi için çok uygun bir metafor olabilecekken olmamış, yazar bu miti tekrar tekrar anlatmasına karşın kullanmamıştır. Füsun Kemal’le bir kurban teslimiyetiyle deÄŸil bekaretini kurtulması gereken bir yük gibi görerek seviÅŸir. Bu davranışını anlamlı kılacak bir sevgi de duymamaktadır üstelik genç adama.Anlık bir arzuyla yakınlaşır, ardından her gün buluÅŸup seviÅŸmeye baÅŸlarlar. İliÅŸkileri epey ilerledikten sonra “ Ben sana âşık oldum,” diyerek bundan sonrasının ne olacağını sorar. Kemal’in niÅŸanlısını bırakmayacağını anlayınca da hemen baÅŸka biriyle evleniverir. Bir kurbanın tavrı deÄŸildir bütün bu olup bitenler, aÅŸk hiç deÄŸildir.
Füsun karakterindeki tutarsızlık bu kadarla kalmaz. Kemal’in Çukurcuma’daki eve gelmeye baÅŸlamasından sonra sergilediÄŸi tavır da karmaşıktır. Kocasını seviyor ve mutlu gibidir ama Kemal’e de ilgi gösterir. Asıl hayali oyuncu olmak gibi görünürken o konuda da ısrarcı olmaz, çabalamaz. Hatta hayalini gerçekleÅŸtirmek için her iki erkeÄŸi de kullanıyormuÅŸ gibi görünür bazen ama bu istek bile net deÄŸildir.
Füsun ve annesinin romanda gerçekçi bir biçimde sunulamamasında yazarın kadın ruhunu yeterince tanımaması, onlara tarafsız bir gözle bakamaması da bir etken olabilir. Annesi, Sibel ya da Belkıs gibi hikayede tek boyutlu kimlikleriyle yer alan kadınları anlatırken çok baÅŸarılıdır örneÄŸin; ancak onları derinlemesine irdelemeye kalkıştığında erkek bakış açısı devreye girer. Füsun, roman boyunca karşılık bulamayan aÅŸkının intikamını almaya çalışan birinden , film yıldızı olmak için her ÅŸeyi yapabilecek hırslı kadına uzanan geniÅŸ bir yelpazenin iki ucunda gider gelir. Onunla ilgili elimizdeki en net bilgi çok güzel olduÄŸudur ki bu da bir karakteri canlı kılmak için yetersiz bir veridir. Füsun’un en çok vurgulanan özelliÄŸinin görünüşü olması feminist bakış açısından çok anlamlı bir göstergedir elbette ama bu yazının konusunu oluÅŸturmaz.
Füsun ve Kemal karakterlerindeki bu belirsizlikler hikaye edilmeye çalışılan aÅŸkın inandırıcılığına büyük darbe vurur. Kemal’in tutkusunun iki yanı da yakıp kavuran bir ateÅŸ mi , yoksa tek taraflı mı olduÄŸunu anlayamayız bir türlü. Belki ortada bir tutku falan da yoktur da Kemal içinde gizlenen bir meczubun peÅŸinde dolanmakta, boÅŸ yaÅŸamına bir anlam aramaktadır. Bazı bölümlerde acı çekmekten zevk alan, kendisine eziyet etmekten hoÅŸlanan ve acısına gerekçe olarak da uzak akraba kızına duyduÄŸu tutkuyu kullanan garip bir kiÅŸilik sergiler. Hedefi belirsizleÅŸir. Acı kelimelerdedir, romanın atmosferine yansımaz. Tıpkı aÅŸk gibi… “AÅŸk” da kelime olarak satırlarda defalarca yerini aldığı halde romanın hiçbir yerinde varlığını hissettirmez. Aksine romanın sayfalarında nefes alıp veren tek duygu, alttan alta yürüyen izlek sevgisizliktir. Duygular sahtedir, herkes “mış gibi” yapar. NiÅŸantaşı çevresinde baÅŸarıyla sergilenen “mış gibi” yapma oyunu yüzünden bunalan Kemal kendini Çukurcuma’ya biraz da bu yüzden atmış gibidir ama orada da durum deÄŸiÅŸmez. Peyami Safa’nın Fatih- Harbiye romanını andıran bir biçimde iki farklı yaÅŸam tarzı arasında kıyaslama yapılır sürekli; ancak iki yaÅŸam biçimi de birbirinden sahte, birbirinden riyakardır. Kemal’in kutsal bir yere girer gibi ayak bastığı Füsun’un evinde ayrı bir tiyatro sergilenmektedir. Evdeki herkes bildiÄŸi ÅŸeyleri bilmezden gelir, gördüklerini görmemiÅŸ gibi yapar. Burada en anlaşılmaz, dönemin ahlak normlarına hiç uymayan rol İç güveysi Feridun’a düşmüştür. Yıllarca karısının eski sevgilisiyle karşılıklı yemek yer, gezer tozar, yaÅŸamını paylaşır. Kıskanmak, Kemal’in evdeki varlığını sorgulamak aklına gelmez. Mezhebi geniÅŸ biri olduÄŸunu ya da para beklentisiyle sustuÄŸunu düşünebiliriz ama deÄŸildir. Yıllarca peÅŸinden dolaşıp zorlukla elde ettiÄŸi söylenen karısını kıskanmayan adam gelgeç bir iliÅŸki yaÅŸadığı Papatya’nın Kemal’le sohbet etmesinden rahatsız olur.
“-Mış gibi” yapma, bekaretin kadın erkek iliÅŸkilerine damgasını vurması gibi kavramların yanı sıra romanda sık sık karşımıza çıkan bir baÅŸka izlek daha vardır: Türk- Avrupa, DoÄŸu- Batı karşıtlığı. Anlatıcı roman boyunca Türkleri birbirinin kopyası bireylerden oluÅŸan homojen bir insan topluluÄŸu olarak gösterir. Her Türk erkeÄŸi sigarasının külünü camdan aÅŸağı silker örneÄŸin. Biyoloji terimleriyle konuÅŸursak, İnsan familyası Avrupalı ve Türk olarak iki türe ayrılmıştır da müzenin rehberi ziyaretçilere Türk türünün belirleyici özelliklerini açıklıyordur sanki. Bu karşılaÅŸtırma Amerikan yaÅŸam biçimiyle yapılsa, kahraman orada epeyce kaldığı için bir karakter özelliÄŸi olarak doÄŸal karşılanabilirdi. Ancak kitapta hikâyeyi kesintiye uÄŸratacak kadar sıklıkla karşımıza çıkan bu karşılaÅŸtırmaların Kemal’in kiÅŸiliÄŸiyle doÄŸrudan bir baÄŸlantısı yoktur. Batılı okurun gönlünü hoÅŸ etmek için yazılmış gibi görünen bu saptamalar esas metne yer yer yama gibi eÄŸreti bir biçimde eklenmiÅŸtir.
Anlatım dili açısından roman:
Orhan Pamuk Türkçeyi kullanma becerisiyle tanınan bir yazarımız değil. Bu romanı da okurun dikkatini dağıtan, okuma zevkini kesintiye uğratan, anlam kaymalarına neden olan Türkçe hataları içeriyor
Daha ilk satırda karşımıza çıkan “bilseydim, bu mutluluÄŸu koruyabilir, her ÅŸey de bambaÅŸka geliÅŸebilir miydi?” benzeri öznesi yüklemi kaymış, anlamı bulanıklaÅŸmış cümlelerle roman boyunca, sık sık karşılaşırız. Bazı cümlelerde yine dil özensizliÄŸi nedeniyle yazarın niyeti ile metnin anlamı çatışıp okurun çeliÅŸkiye düşmesine yol açar. ÖrneÄŸin, “annem bayramlarda kristal bardaklar ve gümüş tepside nane ve çilek likörü sunma adetini yasaklamıştı” cümlesinde Kemal likör içilmesinin yasaklandığını anlatmak istemekte ama cümle yanlış kurulduÄŸu için likörün kristal bardak ve gümüş tepsiyle servis edilmesinin yasaklandığı, baÅŸka bir biçimde sunulursa içilebileceÄŸi sonucu çıkmaktadır. (Sayfa 44)
BaÅŸka bir cümlede “eve dönüş yolunda hâlâ yanmamış eski paÅŸa konaklarının bahçelerinden”(Sayfa 87) söz edildiÄŸinde konaklar yanması arzulanan nesnelere dönüşür. Oradaki “hâlâ” yerine “her nasılsa yanmamış” kelimeleri kullanılsa Kemal konakların yanmasından zevk alan bir “piroman” olmaktan kurtulacaktır. Yazarın kendi yarattığı kahramana yaptığı azizlik bu kadarla kalmaz. Bir yandan, aşık olduÄŸu kadına sarkıntılık ettiÄŸi için birlikte iÅŸ yaptıkları Turgay Beye büyük bir iÅŸ anlaÅŸmasını feshedecek kadar öfke duyurur, öte yandan da “aklı iÅŸinde olan bu çalışkan ve dürüst adam” diye söz ettirir.(Sayfa 190) Kemal gerçekte Turgay hakkında ne düşünmektedir? SevdiÄŸi kadına cinsel tacizde bulunan adamdan “dürüst” diye söz eden birinin deÄŸer yargılarıyla ilgili okur nasıl bir yorum yapmalıdır ? Zavallı Kemal, çileli okur!
53.Sayfadaki “diÄŸer tek deÄŸiÅŸiklik” ibaresinin sadece yazarın deÄŸil düzeltmenlerin de gözünden kaçmış bir yanlışlık olduÄŸu kanısındayım.
Kapıcının karısı ve evin hizmetçileri Hilton’daki niÅŸana “şık” kıyafetlerle gelirler. Hanımlarının hediye getirdiÄŸi başörtüleri baÄŸlayıp en temiz pak kıyafetlerini giymiÅŸ o insanların bütün İstanbul sosyetesinin katıldığı bir partide “şık” olarak nitelendirilemeyecekleri aÅŸikardır oysa.
“Kemal’in gözünden yaÅŸlar tek tek, ağır ağır fışkırır.”(sayfa 183) Fışkırmak ve ağır ağır kelimeleri zıt anlamlar içerdiklerinden Kemal’in nasıl aÄŸladığını bir türlü anlayamayız.
Bir yazarın dille oynaması, yeni kavramlar üretmesi iÅŸinin doÄŸası gereÄŸidir ve dilin zenginleÅŸmesi açısından bir bakıma görevidir de. Ancak kitapta geçen “Kadife kıvamı”(sayfa 38), “kurÅŸun kalemin akıllı ucu”(sayfa 58), “ezilmiÅŸ mutfak fayansı”(sayfa 206)gibi ilginç tamlamalar bu amaca hizmet etmediÄŸi gibi kafa karışıklığına da neden olmaktadır. (sayfa 121) Beni, bana, ben, bende, o, onu, onda, ona kelimeleri bıktıracak kadar çok yinelenmiÅŸtir. Ve tekrarlar…Bazı tanımlamalar, duygular o kadar çok tekrarlanmıştır ki , yapmak istedikleri vurgu bir yana, anlamlarını yitirip hiçbir ÅŸey ifade etmez hale gelirler. ÖrneÄŸin Kemal’le Füsun’un ilk seviÅŸmelerinin anlatıldığı bölümde Kemal “sonuna kadar gidebilecekleri” hissine dört ayrı defa kapılır. Bu duygu defalarca tekrarlanacak kadar önemli olabilir ancak her seferinde aynı kalıbın kullanılması sıkıntı verici bir hal alır.
Rahatsızlık veren bir baÅŸka vurgu da tarihlerle ilgilidir. Anlatıcının Müze gezerlere bilgi aktardığı bölümlerde net tarihler vererek konuÅŸması doÄŸaldır; Kemal’in tutkulu bir biçimde Füsun’un eÅŸyalarını biriktirirken her anı günü gününe hatırlaması da takıntının boyutlarını sergilemek açısından gereklidir. Ancak yazar, bakın ben çok ince hesaplar yaparak yazdım, eserimde en ufak bir tarih kayması yakalayamazsınız, dercesine neredeyse bütün kahramanlarını kesin tarihler verdirerek konuÅŸturur. Metnin gereksinimi olmadığı yerlerde de sürekli belirtilen bu rakamlar diyalogların doÄŸallığını bozmanın yanı sıra anlatının dilini de yer yer tarih kitabı kuruluÄŸuna indirger. Kemal’in ikide birde yaÅŸ farklarından söz etmesi, kimin hangi tarihte hangi okula gittiÄŸini vurgulayarak belirtmesi bir inandırıcılık telaşı izlenimi yaratmaktadır. Kitabı eline alarak ikna edilmeye hazır olduÄŸunu bütün iyi niyetiyle ortaya seren okuru bu kadar zorlamaya neden gerek duymaktadır yazar? Metninin inandırıcılığından kuÅŸkusu mu vardır?
Ya o markalar? 586 sayfanın tamamına serpiÅŸtirilmiÅŸ onlarca marka…Kahramanın çocukluÄŸundan beri Åžoför Çetin Efendinin kullandığı aile arabasının 56 model bir Chevrolet olduÄŸu o kadar çok tekrarlanmıştır ki otomobil romandaki bütün kahramanlardan rol çalıp baÅŸ köşeye kurulmuÅŸtur neredeyse. 56 Model Chevrolet o yıllarda bir zenginlik göstergesidir ve bu anlamda belirtilmesi doÄŸaldır ancak neden defalarca? Neden otomobile hemen her biniÅŸte vurgulanarak?
Marka belirtme arabayla sınırlı deÄŸildir. Bazı bölümlerde her sayfada bir markayla karşılaşırız. Giyim, koku, su, makyaj malzemeleri, dondurma, maÄŸaza, ÅŸirket… Akla hayale gelebilecek her türlü eÅŸyanın markası bildirilir. Yazar bu markalardan söz etme iÅŸine kendisini o kadar kaptırmıştır ki şöyle cümleler çıkar ortaya: “On yıl sonra kendisinden ölçüsüz bir rüşvet isteyen gümrük bakanına, üzerinde bir Antep manzarası olan koskocaman bir baklava kutusu içinde deste deste dolar ikram eden ve aralarındaki samimi konuÅŸmayı, koltuk altına Gazo Marka sargı beziyle tutturduÄŸu ses kayıt aracına kaydedip kamuoyuna açıklayarak , gazetelere “bakan düşüren tüccar” sıfatıyla geçen babamın ithalatçı arkadaşı, beyaz smokini, altın kol düğmeleri, manikürlü tırnakları ve sıktığı elimden hiç çıkmayan parfüm kokusu ile hemen hatıralarıma karıştı.”(sayfa 144) Ses kayıt cihazının Gazo Marka sargı beziyle tutturulmuÅŸ olması en önemli unsur gibi cümlenin göbeÄŸine yerleÅŸince asıl anlatılmak istenen konu ister istemez gölgelenir, önemini yitirir.
Bitki isimleri konusunda ise markalara gösterilen dikkatin aksine bir özensizlik vardır. Sayfa 118 de “TavÅŸan kulağı saksısının geniÅŸ yaprakları arasında saklanmaktan” söz eder Kemal örneÄŸin ama adı geçen bitki en fazla on beÅŸ- yirmi santim yüksekliÄŸinde, yaprakları avuç içi kadar minik bir süs bitkisidir. Sayfa 458 de geçen “deve kulağı” da kırlarda yetiÅŸen, salonlarda yeri olmayan bir ottur. Sanırım burada yazarın sözünü etmek istediÄŸi o yıllarda tıpkı kauçuk gibi şık mekanlarda yetiÅŸtirilmesi çok moda olan deve tabanı bitkisidir.
Dil kullanımındaki özensizlik diyaloglara da yansımıştır. Romandaki bütün karakterler aynı biçimde konuÅŸurlar. KiÅŸilikleri, eÄŸitim durumları, sosyal konumları dillerine yansımaz. Yazar bize Füsun’un on sekiz yaşında olduÄŸunu söylemiÅŸtir örneÄŸin ama kız o kadar bilgiç sözler sarf eder ki gözümüzde ister istemez feleÄŸin çemberinden geçmiÅŸ bir kadın canlanır. KucaÄŸa alınacak yaÅŸtaki komÅŸu çocuÄŸu yaÅŸlı adam cümleleriyle konuÅŸur .Hele Åžoför Çetin Efendi’nin bir Hazreti İbrahim hikayesi anlatması vardır ki bir üst cümlede adı geçmese kolaylıkla bir din alimi vaaz veriyor sanılabilir.
Özetle, birbirinden bağımsız çok güzel bölümler içeren Masumiyet Müzesi sık kullanılmış bir hikayeyi farklılaştırarak büyük bir roman olma, edebiyat tarihine eşyalarda yaşattığı tutkuyla geçecek ölümsüz bir kahraman kazandırma şansını kaçırmış görünmektedir. Belki de Yazarın asıl amacı, müzesi de olan başarılı bir roman yazmak değil, kurmayı planladığı müzenin eşyalarının değerini arttıracak bir hikaye oluşturmak, biriktirdiği gündelik eşyaları bir efsanenin parçası kılmaktır. Gerçek amaç bu bile olsa edebiyatımızın önemli bir yazarından beklenen daha iyisidir.
Basit bir benzetmeyle edebiyat insana kendisine farklı açılardan bakabilmesine olanak veren bir ayna tutmaksa Masumiyet Müzesi’nin okura sunduÄŸu bir lunapark aynasıdır. Parlak yansımalarla dolu ancak gösterdiÄŸi nesneyi bulanıklaÅŸtıran, onu eciÅŸ bücüş, ne idüğü belirsiz bir ÅŸekle sokan bir ayna.
15 Aralık 08
Zerrin SOYSAL
"Zerrin SOYSAL" bütün yazıları için tıklayın...
