Zerrin SOYSAL
Ruhun Örümcek Ağlı Loş Köşeleri
Alain de Botton’un “Proust YaÅŸamınızı Nasıl DeÄŸiÅŸtirebilir?” isimli kitabını okudunuz mu? Dilimize çevrilen bütün kitaplarını çok severek okuduÄŸum yazarın bu kitabını özellikle severim. Proust’un uçsuz bucaksız cümlelerinde kaybolmuÅŸları fazlasıyla mutlu edecek ama bu ilginç yazarın tek satırından haberdar olmayanlar için bile okunmaya deÄŸecek bir kitaptır sözünü ettiÄŸim; güldürür, eÄŸlendirir, öğretir, düşündürür.
Şimdi bu kitabı anımsama nedenimse çok farklı. Bu yaz ağırlıklı olarak Dostoyevski okuyorum ve bu okumalar beni ister istemez insan hakkında düşünmeye zorluyor. Sadece okuduğum kitaplar değil elbette beni böyle içinden çıkılması olanaksız konuya yönlendiren. Zorda kalmadıkça düğmesine dokunmadığım televizyondan kulağıma çalınanlar, gazetelerden ulaşanlar, sokak panolarından, alışveriş merkezlerinin, metronun orasına burasına serpiştirilmiş ekranlardan taşanlar, hepsi hepsi insan hakkında düşünmeye zorluyor.
İnsanlık dışı gibi görünen tüyler ürpertici vahşet sahnelerini yaratanlar kimdir? Araştırmalar bütün seri katillerin son derece sıradan görünümlü, dikkat çekmeyen tipler olduğunu gösteriyor. Yan masada masum masum oturup denizi seyreden, martılara simit atan birinin birkaç gün sonra kredi kartı borcu yüzünden bütün ailesini katledeceğini düşünmek zor olsa da yaşanan bir gerçek değil mi? Ya kız arkadaşını olmadık işkencelerle öldürüp sırra kadem basan delikanlı? Kızınızın ona benzer, temiz yüzlü bir arkadaşı olsun istemez miydiniz?
İnsan, ah insan; sonsuz bilinmeyenli denklem! YaÅŸadıkça, tanıdıkça karmaşıklaÅŸan, içinden çıkılması zorlaÅŸan yaratık. YaÅŸam hızlandıkça, dünya küçülüp en uzak noktasına saatlerle ölçülen sürelerde gidilir hale geldikçe yabancılaÅŸtığımız kendi türümüz. YaÅŸanmışlıklar insanları tanımak için iyi bir denek taşıdır diye düşünülür genellikle ama deÄŸil. Tanıdığımız her insan bir sıfır noktası, hepsi deÄŸiÅŸik… Biriyle yaÅŸananlar öbürüne ölçü oluÅŸturmuyor, oluÅŸturamıyor. Deneyimlerden yola çıkarak insanı bir kefeye koymak daha beter yanılgılara neden oluyor. Kategorilere ayrılması, sınıflanması olanaksız bir türüz biz.
Yine kitaplardan, edebiyattan örneklerle sürdüreceğim sözcüklerle düşünmeyi. Yeni keşfettiğim bir yazar var: Patricia Highsmith. Polisiyeden uzak durduğum için ilgilenmediğim ama ilk kitabını okuduktan sonra da kaybettiğim yıllara hayıflandığım bir romancı. Bir polisiye romanın sahip olduğu gerilimi içermesine karşın psikolojik öğeler her zaman ağır basıyor yazdıklarında. İnsanın göz göre göre, adım adım kendi felaketine nasıl yol aldığını çok güzel anlatıyor. Çok sevdiğim film yönetmeni Lars Von Trier gibi o da insan ruhunun karanlık noktalarına ışık tutuyor. En sıradan insanın bile koşulların değişmesiyle bir canavara, bir katile dönüşebileceğini, sözcükleri ilmek ilmek örerek gösteriyor okuruna. Suçlu diye hor gördüğümüz, hayatımızdan uzak tutmaya çalıştığımız insanların bizlerden farkı olmadığını; bugün çizginin bu tarafında otururken yarın neye uğradığımızı bile anlamadan nasıl öbür yana geçebileceğimizi açıkça, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde gösteriyor.
Bugünlerde epeyce moda olan ve hemen her kesimde prim yapan –ne kadar algılandığı tartışmalı- Mevlana öğretisi de bir anlamda bunun doÄŸrulanması gibi. Suçlular ve masumlar ya da iyiler ve kötüler diye ayırabileceÄŸimiz farklı kiÅŸilik biçimleri yok. Kendimizi sütten çıkmış ak kaşık gibi görüyorsak bilelim ki suça, günaha yönelecek koÅŸullarla karşılaÅŸmadığımızdandır. Yara da biziz bıçak da, av da biziz avcı da, katil de biziz maktul de. Bu gerçeÄŸi bilmekle yetinmeyip içselleÅŸtirir, yaÅŸam felsefemizin bir parçası haline getirirsek kurtulacağız ÅŸiÅŸkin egolarımızın yükünden. Hafifleyip rahatlayacak, hayatımızı büyük ölçüde kolaylaÅŸtıracağız. Ve baÅŸkalarına diktiÄŸimiz horgörü, küçümseme dolu bakışlar yumuÅŸayacak.
Zerrin SOYSAL
"Zerrin SOYSAL" bütün yazıları için tıklayın...
Alain de Botton’un “Proust YaÅŸamınızı Nasıl DeÄŸiÅŸtirebilir?” isimli kitabını okudunuz mu? Dilimize çevrilen bütün kitaplarını çok severek okuduÄŸum yazarın bu kitabını özellikle severim. Proust’un uçsuz bucaksız cümlelerinde kaybolmuÅŸları fazlasıyla mutlu edecek ama bu ilginç yazarın tek satırından haberdar olmayanlar için bile okunmaya deÄŸecek bir kitaptır sözünü ettiÄŸim; güldürür, eÄŸlendirir, öğretir, düşündürür.
Şimdi bu kitabı anımsama nedenimse çok farklı. Bu yaz ağırlıklı olarak Dostoyevski okuyorum ve bu okumalar beni ister istemez insan hakkında düşünmeye zorluyor. Sadece okuduğum kitaplar değil elbette beni böyle içinden çıkılması olanaksız konuya yönlendiren. Zorda kalmadıkça düğmesine dokunmadığım televizyondan kulağıma çalınanlar, gazetelerden ulaşanlar, sokak panolarından, alışveriş merkezlerinin, metronun orasına burasına serpiştirilmiş ekranlardan taşanlar, hepsi hepsi insan hakkında düşünmeye zorluyor.
İnsanlık dışı gibi görünen tüyler ürpertici vahşet sahnelerini yaratanlar kimdir? Araştırmalar bütün seri katillerin son derece sıradan görünümlü, dikkat çekmeyen tipler olduğunu gösteriyor. Yan masada masum masum oturup denizi seyreden, martılara simit atan birinin birkaç gün sonra kredi kartı borcu yüzünden bütün ailesini katledeceğini düşünmek zor olsa da yaşanan bir gerçek değil mi? Ya kız arkadaşını olmadık işkencelerle öldürüp sırra kadem basan delikanlı? Kızınızın ona benzer, temiz yüzlü bir arkadaşı olsun istemez miydiniz?
İnsan, ah insan; sonsuz bilinmeyenli denklem! YaÅŸadıkça, tanıdıkça karmaşıklaÅŸan, içinden çıkılması zorlaÅŸan yaratık. YaÅŸam hızlandıkça, dünya küçülüp en uzak noktasına saatlerle ölçülen sürelerde gidilir hale geldikçe yabancılaÅŸtığımız kendi türümüz. YaÅŸanmışlıklar insanları tanımak için iyi bir denek taşıdır diye düşünülür genellikle ama deÄŸil. Tanıdığımız her insan bir sıfır noktası, hepsi deÄŸiÅŸik… Biriyle yaÅŸananlar öbürüne ölçü oluÅŸturmuyor, oluÅŸturamıyor. Deneyimlerden yola çıkarak insanı bir kefeye koymak daha beter yanılgılara neden oluyor. Kategorilere ayrılması, sınıflanması olanaksız bir türüz biz.
Yine kitaplardan, edebiyattan örneklerle sürdüreceğim sözcüklerle düşünmeyi. Yeni keşfettiğim bir yazar var: Patricia Highsmith. Polisiyeden uzak durduğum için ilgilenmediğim ama ilk kitabını okuduktan sonra da kaybettiğim yıllara hayıflandığım bir romancı. Bir polisiye romanın sahip olduğu gerilimi içermesine karşın psikolojik öğeler her zaman ağır basıyor yazdıklarında. İnsanın göz göre göre, adım adım kendi felaketine nasıl yol aldığını çok güzel anlatıyor. Çok sevdiğim film yönetmeni Lars Von Trier gibi o da insan ruhunun karanlık noktalarına ışık tutuyor. En sıradan insanın bile koşulların değişmesiyle bir canavara, bir katile dönüşebileceğini, sözcükleri ilmek ilmek örerek gösteriyor okuruna. Suçlu diye hor gördüğümüz, hayatımızdan uzak tutmaya çalıştığımız insanların bizlerden farkı olmadığını; bugün çizginin bu tarafında otururken yarın neye uğradığımızı bile anlamadan nasıl öbür yana geçebileceğimizi açıkça, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde gösteriyor.
Bugünlerde epeyce moda olan ve hemen her kesimde prim yapan –ne kadar algılandığı tartışmalı- Mevlana öğretisi de bir anlamda bunun doÄŸrulanması gibi. Suçlular ve masumlar ya da iyiler ve kötüler diye ayırabileceÄŸimiz farklı kiÅŸilik biçimleri yok. Kendimizi sütten çıkmış ak kaşık gibi görüyorsak bilelim ki suça, günaha yönelecek koÅŸullarla karşılaÅŸmadığımızdandır. Yara da biziz bıçak da, av da biziz avcı da, katil de biziz maktul de. Bu gerçeÄŸi bilmekle yetinmeyip içselleÅŸtirir, yaÅŸam felsefemizin bir parçası haline getirirsek kurtulacağız ÅŸiÅŸkin egolarımızın yükünden. Hafifleyip rahatlayacak, hayatımızı büyük ölçüde kolaylaÅŸtıracağız. Ve baÅŸkalarına diktiÄŸimiz horgörü, küçümseme dolu bakışlar yumuÅŸayacak.
Zerrin SOYSAL
"Zerrin SOYSAL" bütün yazıları için tıklayın...
