Zerrin SOYSAL
Kırk altı bin yedi yüz doksan sekizinci bulut
Daha önceleri ne kadar mutlu ve huzurlu olduÄŸumu, korkunç bir sarsıntının ardından itilip kakılmaya baÅŸladığımda anladım. Zevkle emmekte olduÄŸum baÅŸparmağım, aÄŸzımdan çıkıp uzaklara savruldu. İçinde özgürce salındığım sıvının birdenbire düşman kesilip dalgalanmaya, bir safraymışım, bir yükmüşüm gibi beni dışarı atmaya çalıştığını fark edip neye uÄŸradığımı anlayamadan daracık bir koridorda buldum kendimi. Bir kâbustu! Çok sürmedi neyse ki… Kemiklerimi birbirine geçiren kanaldan fırlar fırlamaz daha beteriyle karşılaÅŸtım. CiÄŸerlerime, bıçak saplanır gibi bir acıyla hava doldu. O ıstırapla öyle bir ses çıkarmışım ki, çıktığım yerde bulunanların hepsi kahkahayı bastılar. Annem hariç! Odada canıyla uÄŸraÅŸan sadece ikimizdik. Ötekiler dünyaya yeni geleni kutlamakla meÅŸguldü. O anda düşman kesildim hepsine. En çok da, acım yetmiyormuÅŸ gibi çıplak kıçıma okkalı bir ÅŸaplak indiren ebeye… İlk fırsatta o tokadın intikamını almaya yemin ettim. İçinden çıktığım ortamdan sonra çok kaba saba, çok sert gelen bez parçalarına sarıp annemin göğsüne verdiler. Son yaÅŸadıklarımın sersemliÄŸiyle sarsılmış başımı annemin yüreÄŸine dayayıp, daha kısa bir süre önce baÅŸucumdan gelen sesini dinleyerek sakinleÅŸmeye, olup biteni anlamaya çalıştım. Ne biçim bir yerdi burası!
DoÄŸum anılarımızı anımsayıp günlüğümüze yazabilsek, anlatacaklarımız bundan çok farklı olmazdı sanırım. Åžaplağı atan kiÅŸinin kimliÄŸi deÄŸiÅŸirdi belki, yada buna benzer ayrıntı kırıntıları… Yeni doÄŸan dışındaki herkesi sevince boÄŸan dünyaya geliÅŸler, olayın kahramanı için pek de iç açıcı deÄŸil gördüğünüz gibi. Madalyonun öteki yüzü…
Bebek büyür, yetişkin olur. Doğum anıları, ara sıra uykularından kan ter içinde uyanmasına neden olan, dar bir koridorda sıkışıp kalma kâbusundan ibaret, silik bir geçmiştir artık. Gündelik yaşamın hayhuyunda yerini başka endişeler, farklı korkular almıştır. En temel korkudan, ölüm korkusundan beslenen irili ufaklı kaygılar şekillendirir insan hayatını. Oysa korkunun ecele faydası yoktur. Ölüm şaşmaz, yanılmaz bir kesinlikle gelir bulur vadesi dolanı, alır götürür. Nereye? Bu konuda, rivayet muhtelif. Yeryüzündeki inançların sayısı kadar farklı olasılık var. Ben sizinle en sevdiğim söylenceyi paylaşmak istiyorum.
Bir arkadaşım var, inançlı bir Katolik; ancak, inançları espri yapmasını engelleyecek kadar katı deÄŸil neyse ki! O hep şöyle der: Sen ölüp, Azrail’in kollarında yukarı yükseldiÄŸinde ben kırk altı bin yedi yüz doksan sekizinci bulutta lir çalıyor olacağım. Senin için ne çalmamı istersin? Hangi ÅŸarkıyı isteyeceÄŸime karar veremedim bir türlü, ama neÅŸeli bir karşılama havası olacağından eminim. Ebenin eli popomu kızartırken kimse bana hangi müziÄŸi dinlemek istediÄŸimi sormamıştı. DoÄŸrusunu söylemek gerekirse, daha sonraki yıllarda da hiç kimse hiçbir konuda fikrimi sormadı. Bir gün dayanamayıp, yıllardır biriktirdiÄŸim bütün sesimle avaz avaz, bütün dünyaya ne istediÄŸimi haykırıncaya kadar sustum. Åžimdi böyle bir fırsat yakalamışken iyi deÄŸerlendirip, güzel bir ÅŸarkı seçmek istiyorum. GeliÅŸim sessiz sedasızdı, gidiÅŸim ÅŸanıma yaraşır biçimde ÅŸenlikli olsun. Arkadaşımdan lirle yetinmeyip benim için mümkünse bir çingene orkestrası oluÅŸturmasını isteyeceÄŸim. Elemanları bulmakta zorlanacağını hiç sanmıyorum. Günün birinde yukarılardan, bulutların da üstünden, bol darbukalı, klarnetli, zillerin ve parmak şıkırtılarının eÅŸlik ettiÄŸi neÅŸeli bir ÅŸarkı duyarsanız bilin ki ben törenlerle karşılanıyorum. Canınız çeker de iki göbecik de siz atıverirseniz, çok mutlu olurum.
Gülümsediğinizin farkındayım; hayal gücümün zenginliğine pes diyorsunuz içinizden. İyi de, aksini ispatlayabilir misiniz bana?
Åžair-i Azam Yahya Kemal’in dünyanın en güzel manzarasına bakan mezarında Rindlerin Ölümü ÅŸiirinden kısa bir alıntı yazılıdır.
Ölüm asude bir bahar ülkesidir rinde
Gönlü her yerde bir buhurdan gibi yıllarca tüter…
.
Alman Åžair Rainer Marıa Rilke’ye göreyse ölünce gidilen yer “UÄŸurlu kademli yer, her zaman tatlı ülke”dir.
Hadi ÅŸairdirler, romantiktirler, zaten her ÅŸeyi iyi tarafından görürler diyelim ama iÅŸte filozofların en kötümseri kabul edilen Arthur Schopenhauer’ın ölüm hakkındaki görüşü: “İnsanların çoÄŸunun hayatı öylesine sefil, öylesine önemsizdir ki, öldükleri zaman herhangi bir ÅŸey kaybettikleri söylenemez.”
Hayatını düşünmekle geçirmiş bir kötümser böyle söylüyorsa, benim gibi su katılmamış bir iyimserin bu dünyadan göçtüğünde daha iyi bir yere gideceğini ve şarkılarla, oyunlarla karşılanacağını ummasından daha doğal ne olabilir?
Yıllar önce, güneÅŸli, ılık bir haziran günü, iki yanı yemyeÅŸil geniÅŸ bir asfaltta keyifle araba sürüyordum. Keyifle sürüyordum çünkü; güneÅŸ, deniz ve kitap üçgeninde bir tatile doÄŸruydu yönüm. Sezen Aksu “bu dünya ne sana ne de bana kalmaz, Sultan Süleyman’a bile kalmamış, sen de kim oluyorsun?” mealinde bir ÅŸarkı söylüyor, ben de elimden geldiÄŸince eÅŸlik ediyordum. GittiÄŸim yönde bir tabela iliÅŸti gözüme... Ok ÅŸeklinde kesilmiÅŸ, teneke bir tabela… Ok, yolun iç tarafında, yamaca yayılmış bir mezarlığı iÅŸaret ediyordu ve üstünde “Huzur Sitesine gider,” yazılıydı. Mezarlıktaki kalem gibi düzgün, göğe doÄŸru uzayan servilerin altında yatanları düşünüp, kuÅŸkusuz sert bir rüzgarın sebep olduÄŸu bu ilahi ÅŸakaya gülmüştüm. Epey güldükten sonra, annem yanımda olsa beni ne kadar ayıplayacağını, gözlüklerinin üstünden kötü kötü bakarak neler söyleyeceÄŸini düşünüp daha da çok güldüm. Ölülere gülebilecek kadar genç ve uzaktım henüz ölüm duygusundan. Daha doÄŸrusu öyle olduÄŸumu sanıyordum.
Ölüme uzak olmak; bu mümkün müdür? Ölüm yaÅŸamdan çok daha adildir, her canlıya eÅŸit mesafeden bakar. YaÅŸam ve ölüm hep bir arada, yan yana, iç içedir. Birinin varlığı diÄŸerini zorunlu kılar. YaÅŸamın olduÄŸu yerde ölüm kaçınılmazdır, ölümün olabilmesi içinse yaÅŸamın varlığı ön koÅŸuldur. Ölümü yok edebilmek için yaÅŸamdan vazgeçmek gerekir. Bunu yapabilir misiniz, ya da kim yapabilir? Dövüş Kulübü’nün yazarı Chuck Palahniuk şöyle der ölüm hakkında: Hayat, ölümün biyolojik olarak aktif safhasıdır. Hiçbirimiz yaÅŸamıyoruz, hepimiz ölüyoruz.
Ölümün soÄŸuk yüzüyle ilk karşılaÅŸmam Huzur Sitesi tabelasını gördükten birkaç yıl sonraya rastlar. Çok genç, çok güzel, çok âşık bir çiftin bedenlerinde çıktı karşıma… Öyle baÄŸlıydılar ki birbirlerine, ölü yıkayıcılar bile ayırmaya kıyamamış, ikisini yan yana yatırmıştı. Üstüne yerleÅŸtirildikleri mermer kadar soÄŸuk, daha birkaç saat önce parçası oldukları dünyadan çok uzak bir âleme ulaÅŸmış. Modern hastanenin tertemiz ölü yıkama odasında contası yıpranmış musluktan gelen şıpırtılardan baÅŸka ses yoktu. Derinden derine az ötedeki parktan gelen neÅŸeli çocuk çığlıkları, ölüme karşın sürüp giden yaÅŸamın sesleri… Beyaz kumaÅŸa sımsıkı sarılmış bedenlerinin açıkta bırakılan tek bölümüne, yüzlerine bakmıştım uzun uzun. Kadın yirmi sekiz, eÅŸi otuz yaşındaydı henüz. İkisinin de gözkapakları aralıktı. Işığını yitirmiÅŸ gözleri çok uzaklardan ama bir ÅŸeyler görebilmeyi umar gibi bakıyordu. Haklıydılar, öyle çok ÅŸey bırakmışlardı ki geride; yaÅŸanmamış, yaÅŸamaya baÅŸlanmamış, baÅŸlanıp bitirilememiÅŸ, doyulamamış… Hatta, henüz, hayali bile kurulmamış güzellikler… Üç yaşındaki oÄŸulları örneÄŸin. Ve yarısını tamamladıkları bir Çanakkale Savaşı rölyefi… DiÄŸer yarısı hep boynu bükük, hep eksik…Atölyede, yerlere saçılmış kirli bez parçaları arasında tinere batırılmış boya fırçaları, soÄŸumaya yüz tutmuÅŸ seramik fırını, eskizler… Paramparça bir otomobil yol kıyısında, evin balkonunda toplanmayı bekleyen çamaşırlar..
Kaçınılmaz ayrılığın elimi kolumu bağlayan duygularıyla, o günden sonra hayatın bana sunduğu tüm zevklerin birazını da onlar için yaşayacağıma söz verdim. Dinlediğim her şarkının bir bölümü, içtiğim her şarabın bir yudumu, sevdiğim her insanın bir öpüşü onların olacaktı. İzlediğim her gün doğumundan onların payına da bir ışık demeti düşecekti. İyot kokulu sularda attığım her kulaçtan, içime çektiğim her çiçek kokusundan paylarını ayıracaktım. Sonsuz bir sükunet içinde yan yana yattıkları yerde onlara ulaştı mı bu kararım bilmiyorum ama benim yaşama daha fazla sarılmama yol açtı. Tek kutsal söz etmedim arkalarından. Yerine, hissettiklerini ve bulundukları yerde mutlu olduklarını düşünerek onlara adanmış eşsiz güzellikte anlar yaşadım.
Tanık olduğum ilk ölüm çok vakitsiz, çok erken bir ölümdü. Hangi ölüm erken değildir ki? Onların zamansız gidişi, benim yaşamın değerini daha iyi hissetmeme, aldığım her soluğu daha derinlerime çekmeme neden oldu. Ölümün en önemli görevidir bu: Geride kalanlara yaşamın çağrısını daha güçlü duyurmak. İlk kalp atışımızdan beri var olan yaşama güdüsünü anımsatmak. Bize düşense yaşıyormuş gibi yapmayıp, her nefesin hakkını vererek yaşamak.
Zerrin SOYSAL
"Zerrin SOYSAL" bütün yazıları için tıklayın...
Daha önceleri ne kadar mutlu ve huzurlu olduÄŸumu, korkunç bir sarsıntının ardından itilip kakılmaya baÅŸladığımda anladım. Zevkle emmekte olduÄŸum baÅŸparmağım, aÄŸzımdan çıkıp uzaklara savruldu. İçinde özgürce salındığım sıvının birdenbire düşman kesilip dalgalanmaya, bir safraymışım, bir yükmüşüm gibi beni dışarı atmaya çalıştığını fark edip neye uÄŸradığımı anlayamadan daracık bir koridorda buldum kendimi. Bir kâbustu! Çok sürmedi neyse ki… Kemiklerimi birbirine geçiren kanaldan fırlar fırlamaz daha beteriyle karşılaÅŸtım. CiÄŸerlerime, bıçak saplanır gibi bir acıyla hava doldu. O ıstırapla öyle bir ses çıkarmışım ki, çıktığım yerde bulunanların hepsi kahkahayı bastılar. Annem hariç! Odada canıyla uÄŸraÅŸan sadece ikimizdik. Ötekiler dünyaya yeni geleni kutlamakla meÅŸguldü. O anda düşman kesildim hepsine. En çok da, acım yetmiyormuÅŸ gibi çıplak kıçıma okkalı bir ÅŸaplak indiren ebeye… İlk fırsatta o tokadın intikamını almaya yemin ettim. İçinden çıktığım ortamdan sonra çok kaba saba, çok sert gelen bez parçalarına sarıp annemin göğsüne verdiler. Son yaÅŸadıklarımın sersemliÄŸiyle sarsılmış başımı annemin yüreÄŸine dayayıp, daha kısa bir süre önce baÅŸucumdan gelen sesini dinleyerek sakinleÅŸmeye, olup biteni anlamaya çalıştım. Ne biçim bir yerdi burası!
DoÄŸum anılarımızı anımsayıp günlüğümüze yazabilsek, anlatacaklarımız bundan çok farklı olmazdı sanırım. Åžaplağı atan kiÅŸinin kimliÄŸi deÄŸiÅŸirdi belki, yada buna benzer ayrıntı kırıntıları… Yeni doÄŸan dışındaki herkesi sevince boÄŸan dünyaya geliÅŸler, olayın kahramanı için pek de iç açıcı deÄŸil gördüğünüz gibi. Madalyonun öteki yüzü…
Bebek büyür, yetişkin olur. Doğum anıları, ara sıra uykularından kan ter içinde uyanmasına neden olan, dar bir koridorda sıkışıp kalma kâbusundan ibaret, silik bir geçmiştir artık. Gündelik yaşamın hayhuyunda yerini başka endişeler, farklı korkular almıştır. En temel korkudan, ölüm korkusundan beslenen irili ufaklı kaygılar şekillendirir insan hayatını. Oysa korkunun ecele faydası yoktur. Ölüm şaşmaz, yanılmaz bir kesinlikle gelir bulur vadesi dolanı, alır götürür. Nereye? Bu konuda, rivayet muhtelif. Yeryüzündeki inançların sayısı kadar farklı olasılık var. Ben sizinle en sevdiğim söylenceyi paylaşmak istiyorum.
Bir arkadaşım var, inançlı bir Katolik; ancak, inançları espri yapmasını engelleyecek kadar katı deÄŸil neyse ki! O hep şöyle der: Sen ölüp, Azrail’in kollarında yukarı yükseldiÄŸinde ben kırk altı bin yedi yüz doksan sekizinci bulutta lir çalıyor olacağım. Senin için ne çalmamı istersin? Hangi ÅŸarkıyı isteyeceÄŸime karar veremedim bir türlü, ama neÅŸeli bir karşılama havası olacağından eminim. Ebenin eli popomu kızartırken kimse bana hangi müziÄŸi dinlemek istediÄŸimi sormamıştı. DoÄŸrusunu söylemek gerekirse, daha sonraki yıllarda da hiç kimse hiçbir konuda fikrimi sormadı. Bir gün dayanamayıp, yıllardır biriktirdiÄŸim bütün sesimle avaz avaz, bütün dünyaya ne istediÄŸimi haykırıncaya kadar sustum. Åžimdi böyle bir fırsat yakalamışken iyi deÄŸerlendirip, güzel bir ÅŸarkı seçmek istiyorum. GeliÅŸim sessiz sedasızdı, gidiÅŸim ÅŸanıma yaraşır biçimde ÅŸenlikli olsun. Arkadaşımdan lirle yetinmeyip benim için mümkünse bir çingene orkestrası oluÅŸturmasını isteyeceÄŸim. Elemanları bulmakta zorlanacağını hiç sanmıyorum. Günün birinde yukarılardan, bulutların da üstünden, bol darbukalı, klarnetli, zillerin ve parmak şıkırtılarının eÅŸlik ettiÄŸi neÅŸeli bir ÅŸarkı duyarsanız bilin ki ben törenlerle karşılanıyorum. Canınız çeker de iki göbecik de siz atıverirseniz, çok mutlu olurum.
Gülümsediğinizin farkındayım; hayal gücümün zenginliğine pes diyorsunuz içinizden. İyi de, aksini ispatlayabilir misiniz bana?
Åžair-i Azam Yahya Kemal’in dünyanın en güzel manzarasına bakan mezarında Rindlerin Ölümü ÅŸiirinden kısa bir alıntı yazılıdır.
Ölüm asude bir bahar ülkesidir rinde
Gönlü her yerde bir buhurdan gibi yıllarca tüter…
.
Alman Åžair Rainer Marıa Rilke’ye göreyse ölünce gidilen yer “UÄŸurlu kademli yer, her zaman tatlı ülke”dir.
Hadi ÅŸairdirler, romantiktirler, zaten her ÅŸeyi iyi tarafından görürler diyelim ama iÅŸte filozofların en kötümseri kabul edilen Arthur Schopenhauer’ın ölüm hakkındaki görüşü: “İnsanların çoÄŸunun hayatı öylesine sefil, öylesine önemsizdir ki, öldükleri zaman herhangi bir ÅŸey kaybettikleri söylenemez.”
Hayatını düşünmekle geçirmiş bir kötümser böyle söylüyorsa, benim gibi su katılmamış bir iyimserin bu dünyadan göçtüğünde daha iyi bir yere gideceğini ve şarkılarla, oyunlarla karşılanacağını ummasından daha doğal ne olabilir?
Yıllar önce, güneÅŸli, ılık bir haziran günü, iki yanı yemyeÅŸil geniÅŸ bir asfaltta keyifle araba sürüyordum. Keyifle sürüyordum çünkü; güneÅŸ, deniz ve kitap üçgeninde bir tatile doÄŸruydu yönüm. Sezen Aksu “bu dünya ne sana ne de bana kalmaz, Sultan Süleyman’a bile kalmamış, sen de kim oluyorsun?” mealinde bir ÅŸarkı söylüyor, ben de elimden geldiÄŸince eÅŸlik ediyordum. GittiÄŸim yönde bir tabela iliÅŸti gözüme... Ok ÅŸeklinde kesilmiÅŸ, teneke bir tabela… Ok, yolun iç tarafında, yamaca yayılmış bir mezarlığı iÅŸaret ediyordu ve üstünde “Huzur Sitesine gider,” yazılıydı. Mezarlıktaki kalem gibi düzgün, göğe doÄŸru uzayan servilerin altında yatanları düşünüp, kuÅŸkusuz sert bir rüzgarın sebep olduÄŸu bu ilahi ÅŸakaya gülmüştüm. Epey güldükten sonra, annem yanımda olsa beni ne kadar ayıplayacağını, gözlüklerinin üstünden kötü kötü bakarak neler söyleyeceÄŸini düşünüp daha da çok güldüm. Ölülere gülebilecek kadar genç ve uzaktım henüz ölüm duygusundan. Daha doÄŸrusu öyle olduÄŸumu sanıyordum.
Ölüme uzak olmak; bu mümkün müdür? Ölüm yaÅŸamdan çok daha adildir, her canlıya eÅŸit mesafeden bakar. YaÅŸam ve ölüm hep bir arada, yan yana, iç içedir. Birinin varlığı diÄŸerini zorunlu kılar. YaÅŸamın olduÄŸu yerde ölüm kaçınılmazdır, ölümün olabilmesi içinse yaÅŸamın varlığı ön koÅŸuldur. Ölümü yok edebilmek için yaÅŸamdan vazgeçmek gerekir. Bunu yapabilir misiniz, ya da kim yapabilir? Dövüş Kulübü’nün yazarı Chuck Palahniuk şöyle der ölüm hakkında: Hayat, ölümün biyolojik olarak aktif safhasıdır. Hiçbirimiz yaÅŸamıyoruz, hepimiz ölüyoruz.
Ölümün soÄŸuk yüzüyle ilk karşılaÅŸmam Huzur Sitesi tabelasını gördükten birkaç yıl sonraya rastlar. Çok genç, çok güzel, çok âşık bir çiftin bedenlerinde çıktı karşıma… Öyle baÄŸlıydılar ki birbirlerine, ölü yıkayıcılar bile ayırmaya kıyamamış, ikisini yan yana yatırmıştı. Üstüne yerleÅŸtirildikleri mermer kadar soÄŸuk, daha birkaç saat önce parçası oldukları dünyadan çok uzak bir âleme ulaÅŸmış. Modern hastanenin tertemiz ölü yıkama odasında contası yıpranmış musluktan gelen şıpırtılardan baÅŸka ses yoktu. Derinden derine az ötedeki parktan gelen neÅŸeli çocuk çığlıkları, ölüme karşın sürüp giden yaÅŸamın sesleri… Beyaz kumaÅŸa sımsıkı sarılmış bedenlerinin açıkta bırakılan tek bölümüne, yüzlerine bakmıştım uzun uzun. Kadın yirmi sekiz, eÅŸi otuz yaşındaydı henüz. İkisinin de gözkapakları aralıktı. Işığını yitirmiÅŸ gözleri çok uzaklardan ama bir ÅŸeyler görebilmeyi umar gibi bakıyordu. Haklıydılar, öyle çok ÅŸey bırakmışlardı ki geride; yaÅŸanmamış, yaÅŸamaya baÅŸlanmamış, baÅŸlanıp bitirilememiÅŸ, doyulamamış… Hatta, henüz, hayali bile kurulmamış güzellikler… Üç yaşındaki oÄŸulları örneÄŸin. Ve yarısını tamamladıkları bir Çanakkale Savaşı rölyefi… DiÄŸer yarısı hep boynu bükük, hep eksik…Atölyede, yerlere saçılmış kirli bez parçaları arasında tinere batırılmış boya fırçaları, soÄŸumaya yüz tutmuÅŸ seramik fırını, eskizler… Paramparça bir otomobil yol kıyısında, evin balkonunda toplanmayı bekleyen çamaşırlar..
Kaçınılmaz ayrılığın elimi kolumu bağlayan duygularıyla, o günden sonra hayatın bana sunduğu tüm zevklerin birazını da onlar için yaşayacağıma söz verdim. Dinlediğim her şarkının bir bölümü, içtiğim her şarabın bir yudumu, sevdiğim her insanın bir öpüşü onların olacaktı. İzlediğim her gün doğumundan onların payına da bir ışık demeti düşecekti. İyot kokulu sularda attığım her kulaçtan, içime çektiğim her çiçek kokusundan paylarını ayıracaktım. Sonsuz bir sükunet içinde yan yana yattıkları yerde onlara ulaştı mı bu kararım bilmiyorum ama benim yaşama daha fazla sarılmama yol açtı. Tek kutsal söz etmedim arkalarından. Yerine, hissettiklerini ve bulundukları yerde mutlu olduklarını düşünerek onlara adanmış eşsiz güzellikte anlar yaşadım.
Tanık olduğum ilk ölüm çok vakitsiz, çok erken bir ölümdü. Hangi ölüm erken değildir ki? Onların zamansız gidişi, benim yaşamın değerini daha iyi hissetmeme, aldığım her soluğu daha derinlerime çekmeme neden oldu. Ölümün en önemli görevidir bu: Geride kalanlara yaşamın çağrısını daha güçlü duyurmak. İlk kalp atışımızdan beri var olan yaşama güdüsünü anımsatmak. Bize düşense yaşıyormuş gibi yapmayıp, her nefesin hakkını vererek yaşamak.
Zerrin SOYSAL
"Zerrin SOYSAL" bütün yazıları için tıklayın...
