ISSN 1308-8483
   ISSN 1308-8483
         Foça Deniz Öyküleri Ödülü



   2. Foça Deniz Öyküleri Ödülü / 2008

   Üçüncülük Ödülü "Ölüm Bugün Hasta"

4   Bugün tam iki yıl oldu. Çığlık çığlığa haykırmıştı telefonda: "Ne olur gel! Buradakiler günlerimin bittiğini anlamıyor, hala beni iyileştirmeye çalışıyorlar. Denize gitmek istiyorum; gel, beni denize götür." "Sabah yanındayım" diyerek yüreğimdeki iyileşeceği umuduyla kapamıştım telefonu. Onu gördüğümde alt dudağı her zamanki gibi değildi; işte o an bir şeylerin bitimine yaklaştığımızı anlamıştım. Normalde de üst dudağına göre oldukça kalın olan alt dudağı kendini bırakmış, dışa dönmüş, sarkmış, sanki vazgeçmişti bir şeylerden. Dudağın dağılmışlığında, kenarından akan sularda yaşamın bitmişliğini görür gibi olmuştum. Salyalarını toplamak, içine geri akıtmak, ona ömrümden ömür vermek istemiştim; yapamayacağımı bile bile istemiştim. Tüm mucizelere, onu önüme eskisi gibi dikecek her çareye acıktı kollarım. Ne yazık ki ne bir mucize olmuştu, ne de bir yol gösteren çıkmıştı. Oysa ne deseler yapardım. Çaresizlikten insanların başvurduğu yolları düşünüyorum da... Anlamak hiç zor gelmiyor şimdi. Yüreği yıkılmaya görsün, nelerden medet ummuyor ki insan...

Beni görür görmez "Hadi denize gidelim" diyerek boynuma atılmıştı. "Tamam" diyerek onu sıkı sıkı kucakladığımda en az beş kilo daha verdiğini anlamak burkmuştu içimi. Daha üç gün bile geçmemişti son görüşmemizin üzerinden. Çantamdan mayomu alıp alelacele giyinmiştim. "Babamın mayosunu verir misin?" dediğimde annem gözlerini iri iri açmış, "Olmaz! Tek başına on adım bile atamıyor; hem üşütür, hasta olur? Ne olur uyma ona, sokma denize" diye adeta yalvarmıştı. "Az kaldı. Kısa bir süre sonra hiç hastalanmayacak, üşümeyecek, terlemeyecek..." diyerek gözyaşlarımı görmesinden korkup hızlıca yatak odasına geçmiştim. Çekmecelerde mayosunu ararken kırk dört yıllık yol arkadaşı arkamdan gelmişti. Geçen yaz güle oynaya, deneye çıkara birlikte aldığımız mayoyu elimde görünce pes etmiş bir sesle: "Elim ayağım tutmuyor. Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu, ne yapmam gerektiğini bilmiyorum" demişti.

"Bir çantaya bolca bez, havlu, giysi koy. Yedek serum, bebe yağı, ıslak mendil... Ne bileyim işte! Aklına ne geliyorsa al."

Yanına dönünce salondaki herkesi dışarı çıkarmıştım. Bezini değiştirip mayosunu giydirdiğimde; "Altımdaki bezle girmem, düşer filan, deniz kirlenir" demişti. "Yolda rahat et diye... Deniz kenarına gidince kimseye göstermeden bezi çıkarırım. Merak etme, hiç seni böyle denize sokar mıyım?" demiştim. Saçlarımı okşayıp "Merak etmiyorum. Senin sorumluluğun altındaki hiçbir şeyi merak etmem ben" derken gözlerinin mavisi sanki eski rengini bulmuştu, içimden "Belki" demiştim, "Belki deniz iyi gelir. Belki bir mucize olur."

Arabanın önünde eşimin yanında oturuyordu, biz arkada. Arkasına bile yaslanmıyordu. Canlanmıştı, yeniden nefes almaya başlamış gibiydi. Bir an önce denizi görmek için sabırsızlanıyordu. Eşime, "Sizi de çalıştırmıyorum. Daha yeni gitmiştiniz, geri getirdim sizi. Oğlum ne olur sen gitsen bile kızımı götürme!" demişti. Tam arkasında oturuyor, serum şişesini mümkün olduğunca yüksekte tutmaya çalışıyordum. Denizi görmemize engel olan son virajı da döndüğümüzde neredeyse arabanın ön camına yapışmıştı. Deniz tüm sonsuzluğuyla önümüze çıktığında öyle derin bir nefes almıştı ki... Anlıyordum canım babamı. Onun kızı olduğum için değil. Çocukluğumda gecenin bir vakti denizden gelip duş almadan tuzlu tuzlu yatmaya kalkınca annem beni azarlamaya başlardı. Babam ortamı yumuşatmak için ya da benim azarlanmama dayanamadığı için anneme, "Havuz suyu olsa haklısın ama deniz suyundan bir şey olmaz. Hem tuzlu kalırsa kışa hastalanmaz, daha iyi böylesi" derdi. Sonra bana iyi geceler öpücüğü verirken dudağına gelen tuzları anneme belli etmeden siler "Bir ara kan tahlili yaptıralım. Kesin kanında tuz çıkacak" diye kulağıma mırıldanırdı. Nedenini bilmeden, içimden kopa kopa anlıyordum onu.

"Camları açın; denizin kokusunu duymak istiyorum, serumu da çıkar kızım" diye inlemişti. Eşim klimayı kapatıp arabanın tüm camlarını açmıştı. Annem, serum şişesini tutması için uzattığımda "Ama olmaz ki..." demişti. Ona kaşlarımı yukarı kaldırarak cevap vermiştim. Aslında annemi de anlıyordum; haklıydı kendince. Doktorların dediklerini yaparak kaç gün uzatırsam kar gözüyle bakıyordu. Ama ben babamı bir deri bir kemik, yataktan hiç kalkamayacak halde, kimseyi tanımadan yatarken görmek istemiyordum. Daha da önemlisi, bunu onun da istemediğine emindim. Kemoterapi almasına da bunun için izin vermemiştim. Hastanede daha fazla kalmasına da... Nasıl mutluydu hastaneden çıktığımız gün. "Biliyordum" demişti; "Biliyordum beni orada bırakmayacağını." O da beni bırakmazdı; kıyamazdı donuk duvarlara bakmama. O duvarlarda hiçbir şiirin mısrası yoktu. Okuyamazdık orada şiirlerimizi, sevdalarımızı anlatamazdık birbirimize. Nazım beliriyor gözümün önünde. En çok Mavi Gözlü Dev'i okumamı istediğini düşünürdüm hep. Tekrar tekrar okurdum. O da mavi gözlerini iri iri açıp belli etmemeye çalıştığı hafif bir gülümsemeyle dinlerdi beni. Ben okumaya doyamazdım; o da dinlemeye, biliyorum. Hastanede kalsaydık, anca ölüm kokan satırlara teslim olurduk. Oysa denizi seyrederken ölümün karşısında bile dikti. Teslimiyetin ezikliği yoktu gözlerinde, "Geleceksen, gel" der gibiydi. Deniz dümdüzdü önümüzde. Tek bir dalga yoktu. Babamın önünde secde etmişti sanki.

"İnsanların az olduğu yere gidelim, daha rahat ederiz" demişti. Biliyordum; derdinin rahat etmek olmadığını, mavinin her tonuna bulanmış sevdasını olabildiğince az insanla paylaşmak istediğini. Kalabalık caddede trafik çok yavaş ilerliyordu. Sağ yanımızda plaj, diğer yanımızda çarşı vardı. Gözünü denizden ayırmadan bağırmıştı: "Aaaa bakın ileride kokoreççi var. Ben kokoreç yemek istiyorum" diye. Hiçbirimiz duyduğumuza inanamamış, kokoreççiyi nasıl gördüğünü de anlayamamıştık. Çok uzun zamandır sesini hiç böyle yüksek duymamıştık. Akmaya her an hazır gözyaşlarını yanaklarımdan süzülünce, onları hemen silmiş, sesime akmasını engelleyerek "Biz de yeriz" demiştim. Annem tam konuşmaya başlayacakken parmağımı dudaklarıma götürüp sus işareti yapmıştım. Annem sadece susmamış, "Tabii siz de açsınız; uzun yoldan geldiniz, hiçbir şey yemediniz, hatta ben de acıktım" demişti. Gülümseyerek, teşekkür etmiştim ona. Aracı babamın denizi rahat seyredebileceği bir yere park edince, oğlum koşarak kokoreç almaya gitmişti. Arabaya bindiğinden beri ilk defa yaslanmıştı arkasına. Bir "Ohhh" süzülmüştü dudaklarının arasından; işte o an fark etmiştim, dudaklarının sabah ki kadar sarkmadığını. Minnetle bakmıştım denize. Deniz de sanki minnetimi anlamış; hafifçe dalgalanıp bir iki karaya vurmuş, sonra yine durulmuştu.

Çeyrek ekmek kokorecin yarısından fazlasını öyle bir iştahla yemişti ki... Onu gören hiç kimse tam on iki gündür vücuduna katı hiçbir şeyin gitmediğine, sadece serumla beslendiğine inanmazdı. Bunun beklediğim mucize olmadığını bilsem de tekrar birlikte bir şeyler yiyebilmiş olmak yetmişti, dudağının sarkığında kaybettiğim umutlarımı toplamama. Ben onun kızıydım, ondan öğrenmiştim; büyük mucizeler beklerken çiçek açan umutları gözden kaçırmamayı. Ağzını temizlerken öyle mutluydum ki... Yanaklarına kondurduğum öpücüklerde binlerce teşekkür vardı. Biz onunla konuşmadan anlaşmaya, birbirimizi hiçbir şey söylemeden anlamaya ne zaman başlamıştık acaba? Bilmiyorum ki... Bilinir mi böyle şeyler, onu da bilmiyorum.

Babamın sevdiği uzaklardaki koylardan birine geldiğimizde nasıl da çabucak inmişti arabadan. Bir an bizi beklemeden denize gireceğinden, ona yetişemeyeceğimden korkmuştum. Ama altındaki bezi anımsayıp duraklamış, gözlerimin içine bakmıştı. Kız kardeşimin tuttuğu havlunun ardında almıştım bezi. Zor beklemişti soyunmamızı. Kardeşimle kollarına girmiş, su dizine kadar gelince oturtmuştuk. Bana "Birkaç gün sonra her şey bittiğinde ne yapacağını biliyorsun değil mi?" demişti. Biz ona kanser olduğunu hiç söylememiş; duymasın, bilmesin istemiştik. Ama onun en başından beri bildiğinden, bizi üzmemek için o lanet olası kelimeyi ağzına almadığından o an emin olmuştum. Hepimiz, dünyanın en büyük sırrını saklar gibi susmuştuk. Sanki birimiz konuşsak büyü bozulacak, dünya yok olacaktı. "Denizciler denizle konuşmadan anlaşır. Hiç kelime tüketmeden anlarlar birbirlerini" derdi. Eskiden "Bu nasıl olur?" diye düşünürdüm; yaşadığım o dönemde anlaşmanın en kolay yolunun bakışlarda yüzmek olduğunu da öğrenmiştim. Gözlerimi gözlerinin maviliğinin en derinine dayayarak başımı sallamıştım. Babam anlamıştı; içimden ona, "Evet babacığım, seni öldükten sonra deniz gören bir yere gömeceğim" dediğimi. Yüzündeki rahatlamışlıkta yetmiş üç yılda edindiklerim ve edindirdiklerinin gururunu bulmuştum. "Karşısında tek aciz kaldığım şey deniz" derdi. "Onun gücü karşısında biz öyle çaresiz, öyle zavallıyız ki... Ne yazık ki bu güce saygı göstermeyecek kadar da ukala ve benciliz. Deniz, kenarındaki kayaları çarpa çarpa eritir. O heybetli kayalardan kendine kum yapar" derdi. Kum olmak isterdim çocukluğumda.

Saatlerce oturmuştu denizin içinde. Biz de onunla. Annem çaresiz, elinde havluyla kenarda öylece beklemişti. Çıkınca hemen kurulayacaktı babamı. "Üşütüp, hasta olmasın" diye. Hasta olmasın diye... Annem bilmiyordu; sadece o gün için de olsa ölümün hastalandığını, kenara çekildiğini...

Dönüş yoluna çıktığımızda "Gitmeden bir tepeye çıkalım, denize tepeden de bakalım" demişti. Civardaki çıkılabilecek en yüksek tepeye çıkmış, babamı arabanın arkasından indirdiğimiz sandalyeye denize nazır oturtmuştuk. Yüzünde istediği her şeye sahip insanlara has bir ifade vardı. Belki de yoktu... Acaba kendimi mi kandırıyorum diye düşünmüştüm. Anlamış gibi "Bu manzara da ölmek bile kolay. Ahhh bir kadeh de rakı olsaydı" demişti. Aynı anda bakışmıştık eşimle, îkimizde arabanın arkasındaki mangal sandığında rakı olduğunu biliyorduk. Eşim getirmek için benden işaret bekliyordu. Bir an kararsızlık yaşadıktan sonra hafifçe sallamıştım başımı, iki üç dakika sonra elinde pet bardakla görününce koşarak yanına gitmiştim. Etrafımızdakilere belli etmeden elindeki pet bardağı alıp içindeki bol sulu rakıyı yola serpmiş, piknik çantasından üç tane cam rakı bardağı çıkarmıştım. İkisine birer tek sek rakı doldurmuştum, üçüncüye de soğuk su. Eşime "Yalnız içmez, hele ki pet bardakta hiç içmez" demiştim. İçimden "Belki şimdi mecburiyetten içer ama o hiçbir şeye mecbur kalmasın, ölüme bile" diye devam etmiştim. Elimde bardaklarla babama doğru giderken annem fark etmişti. Ben "İşte şimdi kızılca kıyamet kopacak" diye düşünürken annem arkasını dönüp görmezliğe gelmiş, beni utandırmıştı. Birden annemin ölüme teslim olduğunu anlamış, o kabullenmez halini özlemiştim.

Rakı bardaklarını birbirine çarpıp babamın dudaklarına götürmüştüm. Dudaklarının etrafında hiç su yoktu; dipdiri, kupkuruydu. Salyalar denizin tuzuna yenilmiş, kurumuştu. Uzanıp bardağı elimden almış, kocaman bir yudum içmişti. Hemen suyu uzatmıştım; "Sen de iç, öyle" demişti. Ağzımdaki rakının tadı mı yoksa yanaklarımdan akan tuzlu suyun tadı mı daha acıydı; hatırlamıyorum. Babam suyunu içerken saçlarım rüzgara teslim olup onun yüzünü sarmıştı. Okşayarak toplamıştı saçlarımı. Suyu elinden alırken "Gitme baba! Ne olur beni yalnız bırakma" demek istemiş, susmuştum. Gözyaşlarımı silerken "Hadi iç suyunu, sonra da git kurulan. Bak, iyi kurulanmamış ıslak kalmışsın" derken aslında, "Güçlü ol. Karşı koyamayacaklarımızın belki de en başında ölüm gelirken bugünlük de olsa birlikte yaptıklarımızın tadını çıkar. Unutma! Bugün ölüm hasta" demişti.

Bugün tam iki yıl oldu. Babamsız geçen iki yıl... Nasıl dayandım bilmiyorum. Eksiğim. Yapayalnız ve hayata karşı umursamazım. O gün tam biz tepeden ayrılacakken deniz dalgalanmış, köpük köpük olmuş, içimize taşmıştı. Kararıp kararıp açılmıştı rengi. Yüreğimizdeki nice sevdaları söküp almış, yerine yenilerini vadetmişti. Dalgalarını yeniden yeniden yeniden ve her seferinde daha da büyüterek göndermiş, "Hep yeni baştan" demişti. Adeta çocukluğumda babamın "Yaşam dalgalı bir deniz gibidir. Dalgalardan korkup kaçmamalısın. Korkup kaçanı sevmez, dalgalarıyla oynayanı sever. Dalga ne kadar yüksek gelirse gelsin sen dalgadan daha yükseğe zıplamalısın. Durulur o zaman, yorulur ve serilir önüne" dediği günleri anımsatmak ister gibi. Bundan sonra daha kaç yıl ve nasıl dayanırım, bilmiyorum. Şu an yine o tepedeyim. Babamın mezarının tam karşı tepesinde. Gözlerim mavi gözlerinin dibinde. Aşağıya denize uçmak, dalgalara atlamak, yaşama yürümekten çok daha kolay geliyor. Ama bilmiyorum ki benden kum tanesi olur mu?

Hande Baba







[ 1388 ]






Booking.com


   |   Hakkımızda    |    İletişim    |    Yasal Uyarı    |


    © FocaFoca.com tüm hakları saklıdır.   (03/2005)