ISSN 1308-8483
   ISSN 1308-8483
         Foça Deniz Öyküleri Ödülü



   2. Foça Deniz Öyküleri Ödülü / 2008

   İkincilik Ödülü "Samatya'nın Lacivert Denizi"

4   Tavukpazarı; Çemberlitaşla Kapalıçarşı arasında bir semt. Babamın marangoz atölyesi oradaydı. Can komşumuz Artin Amca da, hemen yüz metre ötedeki kuyumcu atölyelerinden birinin sahibi. "Sadekar" denilen ustaların en ustası. Değerli taşları altının üzerine onun gibi mıhlayabilen bir kişi daha yoktu oralarda.

Evimiz Samatya'da, pencerelerin hangisine oturursan otur, hem treni görürdün hem de Samatya'nın güzelim lacivert denizini.

Şu kıyıya her gelişimde o günlere gidiveriyorum. Her şey sanki dün gibi. Dün gibi mi? Komik olma! Bu muydu senin denizin? Böyle çöplü, böyle solgun, böyle küskün.

Her şey dün gibiyse, hani Florya'nın denizine çocukları, anneleri taşıyan trenlerin nerde?

Çantalar, havlu, mayo ve daha akşamdan hazırlanmış kuru köfte, haşlanmış yumurta, peynir ekmek, domates salatalıkla dolu. Çocukların gözleri ışıl ışıl, elleri ayakları sevinçten kıpır kıpır, plajlara koşulurdu. Florya'nın denizi çocukların gözleri gibi ışıl ışıl. O da mutlu. Mutlu olacak elbette. Daha kolibasilini tanımamıştı ki...

Babalar sadece hafta sonları katılabilirlerdi çoluk çocuklarına. Hafta içi onları gönül rahatlığıyla yollayabiliyorlardı. Kimse kimseye "itişşt" demeyi bilmezdi o zamanlar. İnsanlar da tıpkı deniz gibiydiler; pırıl pırıl, tertemiz.

Aslında, yalnız Florya kıyıları değil, bütün kıyılar tertemizdi, mis gibiydi.

Bizim semtin yumurcakları deniz biraz ılındı mı atıverirler üstlerindekileri, donlarıyla dalıp Samatya'mızın denizine kahkahalarını salıverirlerdi. Yaptıkları öğrenilince ödeyecekleri bedel kabulleriydi. Annelerinin kollarına, butlarına atacakları şaplaklar, bu keyiften sonra vız gelirdi onlara.

Satın alındığı günleri yarım yamalak anımsadığımız bir sandalımız vardı. Babam yaşlı bir balıkçıdan almıştı onu. Biraz onarmak gerekmişti tabii. Yapar, yaptı mı da kusursuz olurdu yaptıkları hep. Zaten sülale hala Amasra'da kayıkların en güzellerini yapıyor. Babacığımın bileklerindeki ustalık kim bilir kaç kuşak öteden geliyordu.

Babamın usta ellerinde yeniden hayat bulan o sandal, anılarımın en güzelleriyle, bir daha hiç mi hiç yaşamadığım güzelliklerle dolu kaldı.

Haftada en az iki akşam, annem, babam, Artin Amca, Anuş Teyzem, Yedvard ve ben, bizim kayıkta yerdik yemeğimizi. Bizden küçükler, böyle akşamlarda Aznif Yaya'ya, yani Aznif büyükanneye bırakılırdı.

Zeytinyağlı yaprak sarması, kuru köfte, pilaki, kavun, peynir, son anda evden çıkmak üzereyken kızartılan sigara börekleri. E tabii bir de öyle akşamların "olmazsa olmazı" bir ufak rakı. Anuş Teyzeyle annem bardaklarının dibindeki bir parmak rakının üstünü suyla doldururlar, sonra onu bütün gece yudumlayıp dururlardı. Aslında babamların ufak şişesi de pek kolay bitmezdi. Hani "Gönül sohbet ister, kahve bahane." denir ya, onların rakısı da, öyle bir şeydi işte. Arada sırada, pompalı gazocağı da kayığa taşınır, babam ocağın üstüne koyduğu tavada nar gibi palamutlar kızartırdı bize.

Gün batımında, ayla güneşin devir teslim yapıp, güzelim denizimizi bin çeşit renkle süslediği o eşsiz zaman diliminde başlayan keyfimiz saatlerce sürerdi.

Artin Amca, hiç şaşmadan her dolunayda, Anuş Teyze'den işiteceği hakaretleri göze alıp ünlü (I) şiirini okurdu.

Samatya'nın lacivert denizine
Ay kaşar peynir gibi doğar iken
Ben sana aşık olmuş idim.

Anuş Teyze; "Hay olmaz olaydın. Kaba Ermeni!" derdi. Sonra anneme dönüp öfkeli öfkeli, "Gönül, tutturamadın güzel bir şarkı, şunun ağzı açılmadan hee!" deyip annemi de haşlardı.

Yaz boyu her dolunayda yaşanan bu hoşluğa, Anuş Teyze dışında hepimiz kahkahalarla gülerdik.

Annem, hınzır bir gülümsemeyle başlardı şarkısına: "Aheste çek kürekleri mehtap uyanmasın"

Annemin o yumuşacık sesinden dinlediğimiz bu şarkıyla hepimiz suspus otururduk. Şarkı bittiğinde, Anuş Teyze "Duydun hee?" derdi. "Şarkıdaki o zarafeti duydun?"

Annem, bir başladı mı, gül görmüş bülbül gibi şakır, hepimizin içini okşardı. O sıra Anuş Teyze, ispirto ocağında kahveleri yapardı hep.

Dün kahkahalar yükseliyorken evinizden
Bendim geçen ey sevgili sandalla denizden.
Deniz ve mehtap sordular seni
Nasıl derim terkedip gitti beni
Biz Heybeli'de her gece
Mehtaba çıkardık.

"Mehtap sözcüğü geçtikçe, Anuş Teyze, Artin Amcaya öfkeli öfkeli bakar, Artin Amca da annemin şarkısına saygısızlık olmasın diye kahkahasını zor tutardı.

Anacığımın çok ender söylediği bir sarkısı vardı. "Makber" İşte o zaman çevredeki tüm sesler kesilir, annemin nadide bir porselen gibi çınlayan o Allah vergisi sesi yükseldikçe, martılar bile susardı sanki. O sessizlikte babamda bir kıpırdanmalar olur, boğazına bu şarkının her söylenişinde bir gıcık toplanırdı. O gıcığın adının, "sevdiğini kıskanmak" olduğunu çok sonra anlamıştım. Ah güzellerim benim. Hepinizin ruhu şad olsun.

Böylesi güzel akşamları bize yaşatan güzel denizim, her yaz bir iki kez de olsa, Bebek kıyılarına gittiğimizde bilmem gücenir miydin bize. Ama yok. Bu senden vazgeçmek değildi. Senin lacivert denizini, biz hiçbir şeye değişmezdik.

Bebek'in kıyı gazinolarında sahne alan Müzeyyen Senar, Zeki Müren gibi büyük sanatçıları dinlemek, hatta onları o pırıltılı giysileriyle görebilmek için gelmiş, bizim gibi orta halli bedavacıların sandallarıyla dolardı Bebek kıyıları.

Annemle Anuş Teyze "Müzeyyen’i" dinlemeye gittiğimiz gecelerde, bir başka olurlardı. Birbirilerinin saçlarını maşalarlar, kaşlar gözler aşırı bir özenle boyanır, aynaların karşısından ayrılamazlardı saatlerce. Annem çok özel günlerde giydiği iki ipek elbisesinden birini giyer, hatta bazen abartıp, babamın yüz görümlüğü olarak taktığı elmas taşlı kolyesiyle de boynunu süslediği olurdu. Sanırsınız ki Müzeyyen Hanımın davetlisiyiz de, ön masalardan biri bizi bekliyor.

O son yaz (ki, biz o yazın, son yazımız olduğunu henüz bilmiyorduk) bizimkilerin süslerine püslerine gizli gizli gülmeye, bu konudaki şakalarımızı birbirimizle paylaşmaya başlamıştık Yedvard'la.

Zaten pek çok şeyi paylaşır olmuştuk son zamanlarda ama, bunun ismini koyamayacak denli çocukluk.

Gün batımını, ayın denizimizde yarattığı gümüş pırıltılarını, onlar sanki yalnızca ikimiz içinmiş gibi bir duyguyla paylaşıyor, birbirimize gözlerimizle bunu sessizce anlatabiliyorduk. Annemin şarkılarını dinlerken denize eğilip, küreklerin çevresinde oluşan yakamozları yakalamaya çalışmayı, yakamozları değil ama, suyun içindeki ellerimizin birbirini yakalayıvermesini, sonra aynı şeyin bakışlarımızda, gülüşlerimizde oluşmasını... Ve daha pek çok şeyi paylaşır olmuştuk.

Sonra bir gün, (sanırım bu paylaşımların yetmediği gündü o gün) akşamdan sözleşip kıyıdaki çay bahçelerinin birine kaçıverdik.

Bu kaçışlar, fırsat bulunan her gün yapılır oldu. Çay bahçelerinde gözgöze oturup çaylar içildi, simitler yendi. O simitler bir başka dünyadan geliyordu sanki ve içtiğimiz o çayların şimdiye kadar bilmediğimiz bir tadı vardı...

Artık yaşadığımızın adını koymuştuk ama, bunu birbirimize bile söyleyemiyorduk; çünkü bunun bize yasak olduğunu biliyorduk.

Bizimkiler bizi kardeş bellemiş ya, hiç kimsenin aklına böyle bir şey gelmiyordu.

Ne demeli bilmem ki?... Komşuluk, arkadaşlık, kardeşlik olabiliyordu da, "sevda" yasaklı.

O günlerde, şu sevimsiz asfalt için deniz acımasızca doldurulmamıştı daha.

Kıyılar, akşam olunca renk renk ampullerini yakan, ışıl ışıl çay bahçesiyle doluydu.

Yaz akşamları yemekten hemen sonra, bütün gün yaz sıcağını emmiş evlerden kaçarcasına çıkılır, kıyıdaki çay bahçelerine koşulurdu.

Denizin tertemiz kokusu, insanın yüzünü okşayan serin rüzgarı bir mucize gibi gelirdi buraların orta halli insanlarına.

Anneler babalar, çaylarını limonatalarını içerken, çocuklar da haşlanmış mısırlarını ısıra ısıra, ya da incecik külahlardaki vişneli, kaymaklı dondurmalarını keyifle yalayıp yutarak, koşup dururlardı kıyıda. Annelere ödeyecekleri o bilinen bedeli, ödemeyi göze alıp, ayakkabılarını çıkarırdı çoğu. Denizin kumsala her çarpışında ıslanan ayakları bir sevinç nedeni olurdu onlara.

Güzelim denizim! Ne çok insanı mutlu ederdin...

Gecelerini böylesi yaşayan çay bahçeleri sabahları bomboştu. İşte o "bomboşluk" bize yarıyordu. "Yedvard'la bana. Yine de bir gören olur korkusuyla gözlerimizle çevreyi tarayıp dururduk.

Sonunda olanlar oldu. Her şey ortaya dökülüverdi bir gün. Barınaktaki kayığı alıp denize açılmak, her şeyi sildi süpürdü. Ne vardı ki yaptığımızda? Azıcık gezmek istemiştik sadece.

O "büyük suçumuz"dan sonra, görüşmemiz kesinlikle yasaklandı. Akşamları yapılan sandal keyifleri de yoktu artık.

Eski günlerden bir tek şey kalmıştı. Herkes uyuduktan sonra, annemle Anuş Teyze, ya onların, ya da bizim evin merdivenlerine oturup kahvelerini içiyorlardı. Aslında, o bile eski yaşananlara benzemiyordu. Eskiden kahvelerini içerken, konuşup gülüşürlerdi hep. Şimdiyse konuşup konuşup ağlıyorlardı.

Bizimse, çocuklarla yollayabildiğimiz mektuplardan başka bir iletişimimiz kalmamıştı. İşte o mektupların birinde onların harıl harıl Amerika'ya gitmeye hazırlandığını öğrendim.

İkimizin de, o tertemiz akılları, tertemiz yürekleri olanları bir türlü anlamıyordu. Ağlayıp duruyordum gizli gizli. Biliyordum Yedvard da benim gibiydi.

Oysa ne gereksizdi kapıldıkları telaş. Biz çocuktuk ama, galiba onlardan daha düzgün düşünebiliyorduk. Din ayrılığımızın, ve geçmişte ne yazık ki yaşanmış bazı acıların birileri tarafından hep taze tutulmasının bize rahat vermeyeceğinin bilincindeydik. Bizimki sessizce yaşanıp bitirilmesi zorunlu bir sevdaydı sadece...

Gitmelerine iki gün vardı. Anuş Teyze bize geldi. Kapı aralığından gizlice dinledim onları. Şu son iki aydır hep yaptıklarını yapıyorlar, konuşup konuşup ağlaşıyorlardı. "Ah!" diyordu Anuş Teyze "Ne güzel dünür olurduk halbuki." "Ya onlar?" diyordu annem, "Ne kadar yakışacaklardı birbirlerine. Seni hiç unutmayacağım Anuş. Seni her anışımda içim yanacak."

Peki, neden be cancağızlarım neden? Her şey madem bu denli güzeldi de neden nasıl kıydınız onca güzelliğe? İnsan denen yaratık, güzel olan her şeyi yok etsin diye mi yaratılmış yoksa?

Şu solgun küskün deniz...

Hani, nerde o pırıl pırıl lacivert denizim?

Ya, şu hüzünlü martılar?...

Kıyı boyu dizilmişler, öylece bir yerlere bakıyorlar umutla sabırla ama, umutla sabrı karmışlar da, bir umarsızlık çıkmış ortaya sanki.

Onlar böyle değildiler eskiden.

Yakınlardaki hastahanelerden birinde görevli bir doktor arkadaşım, "İçim nasıl acıyor bilemezsin." demişti. Hastahanenin çöplerine geliyorlar çığlık çığlığa. O iğrenç şeylerle karınlarını doyurmaya geliyorlar. Onların sesi hep "çığlık" diye anılırdı ya, bence asıl şimdi çığlıkları ama, duyan kim?

Onun içi acımış. Ya benim? Benim içim parçalanıyor şuraya her gelişimde.

"Ah benim kardan beyaz kuşlarım!" desem, "Ne işiniz var o pis çöplerin üstünde?" desem... Desem de hangi yüzle, hangi hakla?...

Burda böyle saatlerce kalabilirim aslında. Altmışına yol almış bedenim her yerde yorulur da, burada yorulmak bilmez. Ben şu kıyıda yaşadığım güzellikleri bir daha hiç yaşamadım. Ama gitmem gerek. Malum işte ekmek parası. On birden sonra üç duruşmam var.

Ama yine gelicem. Hep gelicem. Seni görmeden yapamam bilirsin güzel denizim.

Diyorum ki, bu kez dolun ayda gelsem de, baksam, her şey yine Artin Amca'nın şiirlerindeki gibi mi?...

Samatya'nın lacivert denizine
Ay kaşar peynir gibi doğar iken
Ben sana aşık olmuş idim.

Ah Anuş Teyzem ah! Neleri yitirmişiz biz böyle?...

Z. Şükran Topal







[ 1642 ]






Booking.com


   |   Hakkımızda    |    İletişim    |    Yasal Uyarı    |


    © FocaFoca.com tüm hakları saklıdır.   (03/2005)